Güzide kahvaltımı odama getirdi. Onun umumiyetle aksi ve pek az gülen karanlık yüzüne, benim varlığım yeni bir hayat ilâve etmiş gibiydi. Hemen onu karşıma oturttum. Teyzemle eniştem kahvaltılarını aşağıda, yemek odasında yapıyorlarmış. Beni bu sabah rahatsız etmek istememişler. Ben de hemen kırmızı konak hakkında onu sorguya çektim.
Konak, hemen yüz yıl önce, İstanbul’a gelmiş olan bir İtalyan mimar tarafından yapılmış. Son sahibi, Abdülhamid devrinde başmabeyincilik etmiş, Abdüllâtif Bey adlı bir zatmış. Karısı pek genç ölmüş, bir daha evlenmemiş ve çocuğu olmamış. Bu konak –anladığıma göre– Fransız edebiyatında gördüğümüz on sekizinci asrın kafalı, sanatkâr, yüksek mevki sahiplerinin toplandığı cemiyetleri hatırlatan toplantılara sahne olurmuş. Abdüllâtif Bey’in çok kıymetli bir kütüphanesi varmış ve misafir olmadığı zaman hep yazı yazarmış. “Her halde saltanat günlerini canlandıran hatıralar olacak…” diye düşündüm.
Bu konakta vaktiyle birçok uşak ve hizmetkâr varmış. Fakat hem Abdüllâtif Bey’e bakan, hem de bu tarihî, içtimaî toplantıları yirmi sene idare eden bu Âkile Hanım imiş.
Abdüllâtif Bey öldükten sonra tek vârisi olan Doktor Sadri Köksal, ailesiyle eve taşınmış. Şimdi evin üst katlarını onlar işgal ediyorlarmış. Selâmlık tarafını da kendisine muayenehane yapmış. Âkile Hanım, konağın alt katının beş odasını işgal ediyor ve onlara yemek pişiriyor, bahçeyi de tek başına güllük, gülistanlık haline sokuyormuş. Âkile Hanım’ın bir tane Nazilli’de, bir tane de İstanbul’da evli oğlu varmış.
– Bir gün gidip bahçesinde onunla konuşmak isterdim ama, Doktor Bey’in ailesini tanımıyorum, garip olur.
– Hanımefendi, Doktor Bey’in hanımıyla konuşur. Doktor da bazan buraya gelir. Onlar bahçe kapısından işlemezler. Muayenehane tarafında da ayrı bir kapı var. Git, git, Âkile Hanım’a hayran olursun.
– Demek okur, yazar bir hatun?
– O anasından okumuş, yazmış doğmuş… O, âlimlerle aşık atar. (Gözleri masanın üstündeki saate ilişti.) Aman çene yarıştırırken ne kadar geç kalmışım? Hamam boş, istersen yıkan, giyin. Eniştenle teyzen seni odalarında bekleyecekler. Bey şimdi yazı odasında. Onlar çok erken hamamda işlerini bitirirler. (Dişlerini gıcırtadır gibi) Malûm ya! Teyze Hanım ordu idare eden bir paşa gibi bu evi elinde çevirir.
Güzide tepsiyi yakalayıp odadan ayrıldı. Merdivenlerde ayak sesleri kesildikten sonra, kalktım, yıkandım, giyindim. Hamamın öbür tarafındaki odadan hiç ses gelmiyordu. Demek sofradan kalkmamışlar.
Aşağıya indim. Yemek masasında karşı karşıya oturmuşlar, ikisinin de ağzında sigara… Teyzemin yüzünde o daimî sükûn maskesi. Fakat uzun yıllar beraber yaşamış olduğum için bu maskenin arkasını biraz sezerim. Bugün bana, bu hareketsiz yüzün arkasında bir can sıkıntısı varmış gibi geldi. Evet, dudaklarındaki o daimî zayıf tebessümün, gözlerindeki tabiî mânanın arkasında bir ruh fırtınasının estiğini sezer gibi oldum.
Daha fazla on sekizinci asır Avrupasının içtimaî tavırlarını hatırlatan, bana hemen kalkıp iskemle çeken bir centilmen vaziyetine rağmen, eniştemin de teyzeme bakmadan onunla meşgul olduğu, onu tatmin ve teselli etmek istediği kanaatine vardım.
– Otur da biraz yemiş ye. Bak ne güzel şeftaliler. İyi uyudun mu bari?
– Evet, evet… Bugün, Âkile Hanım Sokağı’nı, Âkile Hanım’la başlayarak gözden geçireceğim.
– Güzide baksın, evde mi?
– Siz kırmızı konaktaki doktor ailesiyle konuşuyor musunuz?
– Sakın hasta olma!..
– Hayır teyzeciğim, korkma. Acı patlıcanı kırağı çalmaz.
– Ne çabuk İstanbul tabirlerini kullanmaya başladın, Nermin?
– Çocukluğumdan beri sizin ağzınızdan işittiklerim. Bilhassa Enişte Bey’in ağzından. Âkile Hanım’la bahçelerinde konuşmak acaba, doktorlarla tanışmadan benim için doğru olur mu?
– Âkile Hanım, bahçeye de, konağın alt katına da tamamen hâkimdir. Bizim Güzide bahçeden tek çiçek koparmanın Gülbeyaz’ın bile haddine düşmediğini söylüyor.
– Gülbeyaz, doktorun kızı mı?
Teyzem biraz müstehzî:
– Hayır, kâtibi. Bir küçük hanım. Aynı zamanda tıp talebesi olduğu için biraz da asistanlık yapıyor ve hastalara yardımı dokunuyor, çünkü doktorlar muayenehaneye bakacak hizmetçi tutamıyorlar. Gülbeyaz da onlarda yatar, kalkar. Yer, içer, muayenehanenin temizliğini de o yapar. Doktor Sadri çok bambaşka bir insandır. Haftada bir gün hastalarından para almaz. Sonra nereye çağrılsa, ne verilse onu alır. Her halde, mesleği onun ancak karnını doyuruyor galiba.
Eniştemin sesi biraz daha sıkıntılı:
– Bu mahalledeki hastalara hep o kızcağız bakar, emsalsiz bir çocuk.
Teyzem müstehzî:
– Malûm, malûm, bütün mahalle ona hayran. Enişten onun için cama bile tırmanır.
– Ben senin ağzından böyle bir kaba şakayı hiç işitmemiştim, Ayşe. Güzide de bugün çaydan sonraki kahvemi getirmedi, acaba yukarı mı götürdü?
Ben derhal yerimden fırladım. Yemek odasının katından aşağıya inen bir kısa merdivenden sonra hemen mutfağın bulunduğu taşlık katına gidiliyordu. Fakat odadan çıkıp da kapıyı kapayınca içeriden duyduğum hırçın sesler beni bir an kapının önünde alıkoydu. Daha doğrusu eniştemle teyzemin arasındaki bu esrarlı hava beni kapının önünde durup içeriyi dinlemek ahlâksızlığına sevketti. Kendi kendime, radyoda ekseri söylenen, “Bir hadise var can ile canan arasında” şarkısını tekrar ediyordum. Evet, eniştemle teyzem arasında bu sabah Gülbeyaz denilen bir diken vardı.
– Bu kırmızı konak, kırk yıllık hayatımızın ahengini bozdu.
– Senin kuruntun bu, Ayşe.
– Bu sabah, Güzide’nin Gülbeyaz aşüftesi için senden para istediğini kulağımla duydum.
– Elin namuslu kızına aşüfte demek sana yaraşır mı?
– Sana da hizmetçi ile, benden gizli, komşu doktorun asistanına para göndermek yaraşır mı?
– Anasız, babasız bir kızcağız. Mektepte kitap filân alacak parası yok. Unuttun mu bana parasız iğne yaptığını?..
– Hayır, hayır, “Bu ay geç kaldınız” diyordu. Demek başka aylar da verdin. Bu kız bir yıldır karşımızda. Doktorun evine de onu Güzide’nin koyduğunu doktorun karısı bana söyledi. Güzide ile ne münasebeti var.
– Belki akrabası…
– Tamam!