Tokatlı Müslüm kuşlarını yerlerine sokup yemlerini ve sularını verdikten sonra, kendisini Yusuf Aksu’nun kapısına getirdiği zaman, şaşkınlık içinde, güvercinlerin onu bile unutturduğunu ayrımsadı. Ama Yusuf Aksu’nun gülümseyerek kapıyı açtığını görünce, sonsuz bir esenlik duygusuyla doldu içi. Aynı anda, yanı başında, Tokatlı Müslüm’ün “Efendim, ben biraz dışarı çıkıyorum. Konuşursunuz diye sana hemşerimi getirdim, gelsin mi?” diye sorduğunu, onun da “Gelsin, gelsin!” yanıtını verdiğini işitti, “Teşekkür ederim, teşekkür ederim,” dedi, sevincinden mavi bir güvercin gibi havalanıverecekti nerdeyse.
Yusuf Aksu kapıyı biraz daha aralayarak hayranını içeriye aldı. Ama, eliyle bir koltuk gösterdikten sonra, hemen masasının başına gitti, kapı çalındığında ansiklopedi karıştırmakta olduğunu, izin verilirse başladığı satırları bitirmek istediğini söyledi, yanıt bile beklemeden, kocaman bir ansiklopedi cildinin karşısına oturup okumaya başladı. Bir yandan, dudaklarını kıpırdatarak okuyor, bir yandan da, elinde bir kurşunkalem, bir kâğıda bir şeyler çiziktiriyor ya da çiziktirir gibi yapıyordu, okuma hızı kurşunkalemin kâğıt üzerinde ilerleyişinden anlaşılıyordu: bayağı hızlıydı. Şöyle böyle beş dakika sonra, masadan kalkıp yanına geldi, “Evet, bitirdim,” dedi.
Bayram Beyaz söyleyecek bir şey bulamadı, kocaman koltuğun bir köşesine büzülüp sessiz sessiz oturdu öyle, neden sonra, çekine çekine, “Ne okuyordunuz, hocam?” diye sordu.
Yusuf Aksu aynı soru karşısında Hamlet’in Polonius’a verdiği yanıtla yanıtladı onu:
“Sözcükler, sözcükler, sözcükler…”
Gülümseyerek birbirlerine baktılar.
Yusuf Aksu pembe ve peltemsi yüzü, yumuk elleri, seyrek saçları ve kısa bacaklarıyla üzerinde uzaksıl bir yaratık izlenimi uyandıran bu adama bir yandan acıyarak bakıyor, bir yandan da, bir zamanlar babasının yaptığı işi yapmasına karşın, fazlasıyla bön ve bilgisiz göründüğüne göre, kendisini görmeye gelmesine, gündelik yaşamı aşan konularda kendisiyle düşünce alışverişine girmek istemesine bir anlam veremiyor, bön görünüşünün ardında kötü bir amaç gizlemesinden kuşkulanıyordu. Gene de bu adam, belki ilgilendiği şeylerle bön görüntüsünün çelişkisi, belki bakışlarından bile belli olan saygısı nedeniyle, belki de kendisi, yaşlılığın etkisiyle, yalnızlığa eskisinden daha zor dayandığından, tuhaf bir biçimde çekiyordu onu. Gene gülümsedi.
“Gece iyi uyudunuz mu?” diye sordu.
Bayram Beyaz şaşırdı, yüzünün kızardığını duydu.
“Evet, uyudum, hocam,” dedi.
Yusuf Aksu içini çekti.
“Çok güzel,” dedi. “Ben her gece en az bir kez uyanırım. Uyanınca da uzun süre uyuyamam.”
“Uyuyamayınca ne yaparsınız, hocam?”
“Uyuyamayınca ne yapılır? Düşünürüm, eski anılara dalarım ya da bir şeyler okurum.”
Bayram Beyaz’ın gözleri parladı birden.
“Şu sıralarda ne üzerindesiniz, hocam?” diye sordu.
“Ne üzerindesiniz ne demek?”
“Hangi konuda çalıştığınızı sormak istemiştim.”
“Ben boş oturan bir adamım.”
Bayram Beyaz bunu bir şaka gibi algılayarak gülümsedi.
“Hocam, benimle alay etmeyin,” dedi, “sizin gibi bir kuramcı, yaratıcı bir düşünür, çalışmadan, kuramını geliştirmeden durur mu?”
Yusuf Aksu, bu adamın söyleneni anlamakta güçlük çektiğini, belki de kendisini bir başkasıyla karıştırdığını düşündü, “Bu kadar şaşkın olabilir mi?” diye geçirdi içinden, horgörüsünü gizlemek için gülümsemeye çalıştı.
“Kuramımı mı? Hangi kuramımı?” diye sordu.
“Hocam, sizin dil tanımınız bile başlı başına bir kuram,” dedi Bayram Beyaz. “Tüm aklı başında insanlar bu konuda birleşiyor.”
“Siz hangi dil tanımımı söylüyorsunuz?”
“İnsanların dili düşüncelerini birbirlerinden daha iyi gizleyebilmek için buldukları.”
“Ha, evet.”
“Evet, hocam; bence yazının bulunuşu ve sonuçları konusundaki düşünceniz de çok zengin bir düşünce.”
Yusuf Aksu kızardı, konuğunun bönlüğü konusunda yanılgıya düşmüş olabileceğini düşündü.
“Ama dilciler o düşüncemden dolayı beni nerdeyse döveceklerdi,” dedi.
Bayram Beyaz “Adam sen de!” dercesine elini salladı.
“Dilcilere kim bakar, hocam!” diye yanıtladı.
Yusuf Aksu’nun gözleri daldı, birden Yunus’u anımsadı gene, konuyu kapatmanın kolay olmayacağını düşündü.
“Ama başlangıçta söz vardı diyorlar,” diye üsteledi.
“Benim okuduğuma göre siz bunun yanıtını çok güzel vermişiniz, hocam: bunu hristiyanlar söylüyor!” dedi Bayram Beyaz. “Hocam, insanlar ta başından beri gerçeğin yerine sözü yerleştirmişler, hukukta, dinde, her şeyde, hatta matematikte, benim bildiğim kadarıyla, bunu ilk vurgalayan sizsiniz,” diye ekledi.
Yusuf Aksu’nun gözleri parladı birden, dile ilişkin görüşlerini gerektiği gibi anlamış göründüğüne göre, bu tombul çocuğun o kadar da kafasız bir adam olmaması gerekirdi: alışkanlığının tersine, çoktan kapattığı bu konuyu hiçbir şey bilmez gibi görünen bu çekingen adamla konuşmaktan gittikçe hoşlanmaya başlıyordu.
“Doğru, onlar önce söz vardı derler. Yalan. Belki de dünyanın sonu ortada yalnızca sözler kaldığı zaman gelecek. Ama bu söz hristiyanların uydurmasıysa, o zaman, dili insanların uydurdukları, yani başlangıçta dil diye bir şey bulunmadığı, dolayısıyla dilin doğal da, zorunlu da olmadığı açıkça ortaya çıkar mı diyorsunuz?” diye sordu.
“Anlayamadım, hocam,” dedi Bayram Beyaz; soru bir kez daha yinelendikten sonra da pek bir şey çıkaramadı, ama hiç anlamamış gibi görünmek istemedi. “Herhalde, öyle olacak, efendim,” diye ekledi.
Yusuf Aksu, birden, o sabah radyo dinlerken takıldığı bir ad üzerine, ansiklopedilerde adlarını ve özelliklerini araştırdığı ilk Yunan filozoflarını anımsadı, büyülenmiş gibi kendisine bakan bu genç adamı iyice büyülemek mi, yoksa güçlü belleğini bir kez daha denemek mi istedi, nedir, okuduklarından kalanları toparlamaya çalıştı.
“Bence de öyle,” dedi güvenle. “Şu yeryüzündeki bunca yaratık içinde doğal olmayan bir dil konuşan tek yaratık insan. Ayrıca, Parmenides’in dediği gibi, kafamızdaki tüm kavramların dış dünyada olgusal nesneleri bulunduğu doğruysa, bence bu olgusal nesneleri dil olmadan da gösterebiliriz demektir, yani, bir an için, dilin insanlar arasında bildirişim sağladığı düşünülebilse bile, ille de gerekli olduğu söylenemez.”
Bayram Beyaz bu sözlerden de fazla bir şey anlamadı, hele Yusuf Aksu’nun bu sözlerle konuyu nereye getirmek istediğini hiç kavrayamadı. Ancak, kuramın can alıcı noktalarından birine yaklaştıklarını sezinler gibi oldu, yüreği coşkuyla çarpmaya başladı, gazeteci sanılıp kapı dışarı edilmekten korkmasa, cebinden bir kâğıt çıkarıp her söyleneni yazacaktı; ama korktu, yalnızca, faltaşı gibi açılmış gözlerle, “Kuşkusuz, hocam,” diye onayladı.