“Her şeyi.”
“Allah Allah!” dedi Tokatlı Müslüm, başını önüne eğip bir süre düşündü. “İlk gelen sen değilsin ayrıca. Arada bir birileri gelip sorar, görüşmek ister. Kimi yalvarır, kimi parayla kandırmak ister beni. Ama senin gibi aklı başında bir adamın ondan ders almaya kalkması tuhaf.”
“Bu gelenler nasıl insanlar?”
“Ne bileyim nasıl insanlar! Kimi gazeteciyim der, kimi hocayım der, kimi öğrenciyim der; kimi kadındır, kimi erkek. Ama hep tuhaf birileridir. Ne kılıkları kılığa benzer, ne suratları surata. Böyle dünyasında ölmüş birini görecekler de ne geçecek ki ellerine? Sen de görmek istiyorsun demek?”
“Evet, çok.”
Tokatlı Müslüm başka soru sormadı. Bir Parliament yaktı, sonra paketi ve çakmağı hemşerisine doğru uzattı, bir kez daha “Kullanmam” yanıtını aldı. Hiç sesini çıkarmadan ağır ağır içti sigarasını. Biraz meraktan, biraz bu işin altında bir oyun olması durumunda girişimi yakından izleyip kendisi de bir pay koparmak, biraz da bir hemşeriye yardım etmiş olmak için, Bayram Beyaz’a bu adamı ille de görmek istiyorsa, hemşerilik hatırına, onunla görüşmesini sağlamak için elinden geleni yapacağını, ancak, bir yarı deli karşısında bulunduklarına göre, sabırlı olması gerektiğini söyledi. Bayram Beyaz, büyüklüğünde tüm günlük basının birleştiği bir bilim adamının bir tür deli olarak nitelenmesi karşısında ürperdi, karşı çıktıysa da fazla diretmedi: daha önce de kaç kez düşündüğü gibi, Yusuf Aksu’ya gerçekten ulaşmak istiyorsa, bu adama katlanmak zorundaydı.
Böylece, Tokatlı Müslüm tam üç hafta oyaladı onu. Buna karşılık, büyük bir yakınlık gösterdi, her gelişinde bir başka kebapçıya götürdü, hesabı da hep kendisi ödedi. Bayram Beyaz bu üç hafta içinde yalnız bir kez elini cebine soktu: Ümraniye’de hemşerisinin yeni aldığı bir arsanın tapu işlemlerini yaparken, masrafı kendisi ödedi, daha sonra, Tokatlı Müslüm borcunun ne olduğunu sorunca da “Borç ne demek, Müslüm abi!” diyerek kapattı konuyu. Belki de bu tutumunun sonucu olarak, Tokatlı Müslüm, aynı akşam, kebaplarını yiyip kahvelerini içmelerinden sonra, tam ayrılacakları sırada muştuyu verdi: “Unutmadan söyleyeyim, yarın seninle Yusuf beye gidiyoruz, akşamüstü, altıya doğru gel,” dedi.
Bayram Beyaz hemşerisinin boynuna sarılıp yanaklarını öpmemek için zor tuttu kendini, ama evine dönerken de, ertesi gün Maçka’ya gelirken de sevinçten uçacak gibiydi. Sonra, önünde açılmasından zaman zaman tümüyle umudunu kestiği kapıdan içeriye girince, üç yıl önce gazetecilerin kapıldığı yanılsamaya kapıldı: gözlerini kamaştıran çifte salonun büyüklüğünü, koltukların, sehpaların, tabloların, avizelerin, halıların görkemini, hatta pencerelerin ötesindeki görünümün güzelliğini Yusuf Aksu’nun düşünce evreninin doğal uzantısı, daha da iyisi, doğal ürünü olarak algıladı. Ama, her şeyden çok, eski terlikleri, diz vermiş pantolonu, dirsekleri eprimiş hırkasıyla kapıyı açıp ellerini sıktıktan sonra, “Kusura bakmayın, radyoda bir şey dinliyordum,” diyerek her adımda dünyayı yeniden biçimlendirircesine, ince bacaklarının üstünde sallana sallana ikinci salona doğru ilerlediğini görünce, biraz şaşırmakla birlikte, sevindi: yüreğinin gümbür gümbür vurduğunu, yüzünün kıpkırmızı kesildiğini duyuyordu, bu arada biraz toparlanabileceğini düşündü. Doğrusunu söylemek gerekirse, pek toparlanamadı, ama, oturduğu yerden, kocaman masasının başında, dünyadan kopmuş bir durumda, belki çeyrek saat, belki daha da fazla, canlı et üstünde testere gibi gidip gelen cızırtılar içinde birtakım anlaşılmaz sesleri dinleyen bu altmışlık adam onu büyüledi, böyle görkemli bir evde dirsekleri eprimiş bir hırkayla oturmasını üstünlük, özgünlük ve bilgelik göstergesi olarak algıladı, dev kitaplar arasında kaşlarını çatıp gözlerini kısarak kafa sallayışını bir tür tansık gibi izledi, elini yüreğinin üstüne bastırdı, Tokatlı Müslüm’ün kulağına eğildi.
“Gazetelerdeki resminden çok daha büyük görünüyor,” diye fısıldadı.
Tokatlı Müslüm başıyla onayladı.
“Haliyle, öyle olacak,” dedi.
Yusuf Aksu, konuklarının fısıldaştığını görünce, öyle oturup beklemekten sıkıldıklarını düşündü.
“BBC: gemicilere denizlerdeki son durumu bildiriyor, şimdi biter,” dedi.
Bu kez de Tokatlı Müslüm Bayram Beyaz’ın kulağına eğildi.
“Ben sana söylememiş miydim? Kitabından başını kaldırıp pencereden bile bakmaz, okur ha okur, sonra tutar, gâvurlardan gâvur denizlerinin durumunu dinler,” dedi.
Bayram Beyaz büyük adamın ingilizce bilgisi gibi ilgi alanlarının enginliği karşısında da kendinden geçmişti, ya işitmedi, ya söylenenin anlamını algılayamadı. Hemen sonra, Yusuf Aksu radyosunu kapatıp yanlarına geldiği zaman da toparlanmakta güçlük çekti: kendisiyle hangi konuda görüşmek istediğini ikinci kez soruşunda, “Müslüm efendi size söylemedi mi?” diye kekeledi.
Yusuf Aksu anlayışla gülümsedi.
“Müslüm efendi çocuk gibidir, dün akşam ne yediğini bile söyleyemez. Sizi alıp getirebildiğine şükredin,” dedi.
“Şükrediyorum, efendim, Tanrı ondan razı olsun,” dedi Bayram Beyaz.
“Beni neden görmek istediniz? Kiralık miralık arıyorsanız…”
“Hayır, hocam,” diye atıldı Bayram Beyaz, kira gibi bayağı bir konunun sözü bile yüzünü kızartıyordu. “Hayır, ben Uluslararası Dilbilim Günleri konusundaki tüm yazıları okudum, sizin hayranınızım,” diye ekledi.
Yusuf Aksu büyük bir düş kırıklığına uğramış gibi yüzünü buruşturdu; konuğuna kaygıyla baktı.
“Ben o defteri çoktan kapattım,” dedi.
“Nasıl olur, hocam?” diye dayattı Bayram Beyaz. “Tüm bilim dünyası biliyor ki siz büyük bir dilcisiniz.”
Yusuf Aksu konuğuna kuşkuyla baktı, düşmekten korkuyormuş gibi arkasına yaslandı.
“Hayır, ben o defteri kapattım, dilcileri de hiç sevmem,” dedi, sonra birden kaşları çatıldı. “Peki siz? Siz de dilci misiniz?” diye sordu.
“Değilim, hocam.”
“Öyleyse?”
“Gazeteciyim, hocam.”
“Gazeteci mi?”
“Evet, ama buraya gazeteci olarak gelmedim.”
“Peki, ne olarak geldiniz?”
“Ben mi, hocam?”
“Evet, siz.”
Yusuf Aksu hep birilerini beklediğini anımsadı birden, bu adamın o olup olmadığını anlamak için yukarıdan aşağıya bir süzdü onu: yalnızca Yunus’un değil, her yılbaşı Nebraska’dan kart yollayan Doç.Dr. Tamer Altınsoy’un da tam tersi gibi görünüyordu.
“Gazetede çalışıyorum,