Şair daha ilk haykırışı duyar duymaz turnikeye koşmuş, yerde yuvarlanan başı görmüştü. Bu onu öylesine allak bullak etti ki, en yakın banka kendini attı, kan çıkarana dek kolunu ısırdı. Deli Alman’ı unutmuştu; bir tek şeyi anlamaya çalışarak bir süre oturdu kaldı… Bu nasıl olabilirdi, daha bir dakika önce Berlioz’la tartışıyordu. Şimdi karşısında bir kesik baş vardı…
Allak bullak olan bir sürü insan koşarak, bağrışarak Şair’in önünden geçtiler. İvan Nikolayeviç söylenenlerden hiçbir şey anlamadı. Birden iki kadın çok yakınında karşılaştılar –neredeyse çarpışıyorlardı. Biri –uzun saçlı, sipsivri burunlu olanı– Şair’in tam kulağının dibinde öbür kadına, bağıra bağıra anlatmaya koyuldu:
“Annuşka, bizim Annuşka! Sadovaya Caddesi’nde oturan! İyi halt etti. Onun yüzünden… Bakkaldan ayçiçeğiyağı almıştı, şangıııır, bir litrelik şişeyi turnikeye çarpıp kırdı. Eteği yağ lekesi içindeydi. Söylenip duruyordu, hem de nasıl! Adam zavallı, yerdeki yağa basıp kaydı demek, rayların üstüne düştü.”
Bütün bu haykırışlardan, İvan Nikolayeviç’in karmakarışık beynine çakılan, “Annuşka” adı oldu önce…
“Annuşka, Annuşka?” diye kekeledi gözlerini fal taşı gibi açarak. “Pardon, izin verin…”
Ardından Annuşka’ya “ayçiçeğiyağı” sözlerini ekledi hemen, bir de, nedendir bilinmez “Pontius Pilatus” adını. Şair, Pilatus’u kafasından atıp “Annuşka”yla başlayan zincirin halkalarını birleştirmeye çalıştı. Zincir hemencecik tamamlandı ve aklını kaybeden Profesör’de son buldu.
“Yanıldım! Oysa toplantının yapılamayacağını, Annuşka’nın ayçiçeğiyağı döktüğünü söylemişti. Ve, izninizle, toplantı yapılamayacak! Ama bu da bir şey değil: Bir kadının Berlioz’un kafasını keseceğini de açıkça söyledi! Evet, evet, evet! Tramvayın vatmanı kadındı! Peki ama, nedir bütün bu olup bitenler?”
Esrarengiz danışmanın, Berlioz’un korkunç ölümünün tablosunu önceden, bütün ayrıntılarıyla bildiğinden en küçük kuşkusu kalmamıştı. İki düşünce Şair’in beynini yokladı. Birincisi, “hiç de deli değil, bütün bunlar saçmalık”tı. İkincisi ise, “bütün bu dalavereleri çeviren sakın o olmasın”dı.
“Peki, sorarım size, nasıl yapar bütün bunları? Hayır, hayır, hayır! Her şeyi açığa çıkarırız biz!”
Büyük bir güç harcayarak yerinden kalkan İvan Nikolayeviç, telaşla, az önce konuştukları yere yöneldi.
Bronnaya Sokağı’nın fenerleri yanmaya başlamıştı bile, Patriarşiye Göleti’nin üstünde altından bir ay parıldıyordu. Ayın her zamanki aldatıcı ışığında, İvan Nikolayeviç’e adam, koltuğunun altında baston değil de kılıç taşıyormuş gibi geldi.
Fesat kumkuması, emekli kilise şarkıcısı, önce İvan Nikolayeviç’in oturduğu yere kurulmuştu. Burnunun ucuna bir camı eksik, öteki camı çatlak, bu yüzden de kesinlikle gereksiz bir bağa gözlük takmıştı. Bu kareli pantolonlu yoldaş, az önce Berlioz’a yol gösterirken daha iyiydi de sanki birden iğrençleşmişti.
İvan, kalbi buz keserek Profesör’e yaklaştı. Yüzüne dikkatle bakıp hiçbir delilik belirtisi bulunmadığından emin olunca, “Hadi, itiraf edin,” dedi boğuk boğuk. “Kimsiniz?”
Yabancı, kaşlarını çattı; ilk kez görüyormuş gibi baktı Şair’e, düşmanca bir sesle karşılık verdi:
“Ben, yok anlamak… Yok bilmek Rusça.”
Yabancının sözlerini açıklaması istenmediği halde, o can sıkıcı adam, o kilise şarkıcısı, oturduğu yerden atıldı:
“Bu bay söyleneni anlamıyor!”
İvan, tehdit edercesine, “Numara yapmayın,” dedi ve midesinde buz gibi bir soğukluk duydu. “Az önce kusursuz Rusça konuşuyordunuz. Ne Alman'sınız, ne de Profesör. Bir katil… bir casussunuz! Kâğıtlarınızı gösterin!” diye haykırdı, sinirinden deliye dönmüştü.
Tuhaf Profesör’ün zaten hep yamuk duran ağzı sıkıldığını gösterircesine iyice kıvrıldı, omuzlarını silkti.
“Yoldaş…” dedi iğrenç kilise şarkıcısı yine.
Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmaya kararlıydı anlaşılan.
“Neden bu yabancı turistin canını sıkıyorsunuz? Dikkatinizi çekerim, çok ağır cezalara çarptırılırsınız sonra!”
Kuşkulu Profesör, yüzünde ikisini de küçümseyen bir havayla İvan’a sırtını döndü, yürüdü gitti. İvan kendini kaybettiğini hissetti. Kanı beynine sıçramıştı, kilise şarkıcısına döndü:
“Hey yoldaş! Bir katili yakalamama yardım edin. Görevinizdir bu.”
Kilise şarkıcısı, büyük bir canlılıkla ayağa fırladı, bağırmaya başladı: “Katil mi? Nerede katil? Hangi katil? Bu yabancı mı katil? –Küçük gözleri neşeyle parıldadı– Bu adam mı? Eğer katilse ilk görevimiz ‘imdat’ diye bağırmak olmalı. Yoksa kaçıp gider. Hadi, ikimiz birlikte bağıralım!”
Kilise şarkıcısı bir fırını andıran ağzını açtı. Kendinden geçen İvan da bu maskaraya uyup bağırdı: “İmdat!” Öbür adamın sesi çıkmamıştı. Onu kandırmıştı.
İvan’ın boğuk sesiyle tek başına yaptığı çağrı önemli bir sonuç vermedi. Yakından geçen iki genç kız uzaklaştılar, “sarhoş” dediklerini duydu İvan. Çılgına döndü.
“Hah haa!” dedi. “Onun suç ortağısın sen de. Benimle alay ediyorsun, öyle mi? Çekil oradan da geçeyim!”
İvan sağa atıldı, kilise şarkıcısı da peşinden; İvan sola koştu, herif de sola koştu. İvan vahşi bir sesle, “Bile bile ayağıma dolanıyorsun ha!” diye kükredi. “Seni polise teslim edeceğim!”
İvan sefil herifi kolundan tutmaya kalktı, ama hedefini şaşırıp boşluğu kavramaktan başka bir şey yapamadı. Kilise şarkıcısı, sanki yer yarılmış da içine girmişti.
İvan şaşkınlıkla haykırdı, ileri baktı; iğrenç yabancıyı gördü. Neredeyse Patriarşiye Sokağı’na çıkan geçide varıyordu. Yalnız da değildi. Kuşkulu olmaktan da öte, resmen cani olan o eski kilise şarkıcısı da ona yetişmişti. İş bu kadarla da kalmıyordu: Nereden çıktığı bilinmeyen bir üçüncü yaratık daha katılmıştı yanlarına. Karga ya da is gibi kapkara, dehşet verici palabıyıklarıyla domuz yavrusu kadar iri bir kara kediydi bu. Üçlü, Patriarşiye Sokağı’na doğru ilerliyordu; Kedi, arka ayakları üstünde yürüyordu.
İvan, canilerin peşinden atıldı ama onlara yetişmesinin çok güç olacağını hemen anladı. Üçlü, Patriarşiye Sokağı’nı şimşek gibi geçip Spiridonov Sokağı’na saptı. İvan adımlarını açtıkça açıyor, ama kaçaklardan kendisini ayıran uzaklık bir türlü azalmıyordu. Aklını başına toplayamadan Spiridonov Sokağı’nın yerini Nikitski Kapısı almıştı; orada Şair’in durumu iyiden iyiye güçleşti. Büyük bir kalabalık yığılmıştı oraya.