Berlioz, ne yapmak gerektiğini hemen kavradı. Geriye yaslanıp Profesör’ün arkasından Biezdomni’ye göz kırpmaya koyuldu: “Ona karşı falan çıkma” demeye getiriyordu. Oysa apışıp kalan Şair, bu işaretlerden bir şey anlamadı.
“Evet, evet,” dedi Berlioz, çırpınarak. “Bütün bunlar mümkün. Hatta Pontius Pilatus, taraça ve bütün geri kalanlar… Peki siz, karınızla mı geldiniz, yoksa tek başınıza mı?”
“Tek başıma, tek başıma. Ben hep yalnızımdır,” dedi Profesör, acı acı.
Berlioz, sinsi bir ifadeyle, “Peki bavullarınız nerede Profesör?” diye sordu. Metropol’de15 mi yoksa? Siz nerede kalıyorsunuz?”
“Ben mi?.. Hiçbir yerde kalmıyorum,” dedi çatlak Alman, deli deli bakan hüzünlü yeşil gözünü Patriarşiye Göleti’nde gezdirerek.
“Nasıl? Peki nerede oturacaksınız?”
Beklenmedik bir kayıtsızlıkla, deli, “Sizin evde,” dedi, göz kırptı.
“Ço… çok mutlu olurdum. Şe.. şeref verirdiniz,” diye kekeledi Berlioz. “Ama benim evimde gerçekten rahat edemezsiniz. Metropol’de çok iyi odalar var. Birinci sınıf bir oteldir.”
Hasta, birden İvan Nikolayeviç’e döndü, “Ya Şeytan?..” dedi. “Şeytan var mı, yok mu sizce?”
“Şeytan da…”
Berlioz, Profesör’ün ardından dudaklarını şekilden şekile sokarak, “Damarına basma,” diye fısıldadı. “Kızdırma onu.” Bütün bu keşmekeşten aklı karışan İvan Nikolayeviç bağırdı, hiç de sırası değildi oysa:
“Şeytan diye bir şey yok! Şeytan yok! Bu adam da amma baş belası be! Bırakın bu zırvaları!”
Bu sözler üzerine deli, bir kahkaha attı. Öyle ki, üç adamın üstündeki ıhlamur dalına konan serçe ürktü, havalandı. Gülmekten kırılan Profesör, “Bu söyledikleriniz çok, çok ilginç,” dedi. “Neyiniz var canım sizin? Ne sorsak yok diyorsunuz, olamaz diyorsunuz.”
Birden kahkahasını kesti –akıl hastalarında görüldüğü gibi– tam tersi durgun bir havaya büründü; kızdı, kabaca bağırdı:
“Demek, size göre Şeytan yoktur, öyle mi?”
Hastanın çileden çıkmasından korkan Berlioz, “Sakin olun, sakin olun Profesör,” diyordu. “Bir dakikacık, burada, dostum Biezdomni’yle oturur musunuz? Köşeye kadar gidip bir telefon edeceğim, sizi dilediğiniz yere götürürüz sonra. Kenti bilmediğiniz için…”
Berlioz’un planının akıllıca olduğunu kabul etmek gerek: En yakın telefon kulübesine koşmak, yabancılar bürosunu arayıp Patriarşiye Göleti Parkı’nda, davet üzerine geldiğini ve uzman olduğunu söyleyen, deli olduğu açıkça görülen bir yabancının bulunduğunu söylemek. Önlem alınması gerektiği, yoksa, hiç de hoş sayılmayacak bin türlü saçmalık olabileceğini belirtmek…
“Telefon mu edeceksiniz? İyi ya, hadi gidip edin,” diye kabul etti hasta hüzünle.
Birden kuşkulu bir sesle ekledi:
“Ama yalvarırım yanımızdan ayrılmadan önce hiç olmazsa Şeytan’ın varlığına inanın. Sizden daha fazlasını istemiyorum. En sağlamından yedinci bir kanıtın bulunduğunu düşünün. Hemen şimdi bu kanıtın ne olduğunu göreceksiniz.”
Deli Alman’ı beklemek hoşuna gitmediği için canı sıkılan Şair’i göz kırparak yüreklendiren Berlioz, zoraki bir nezaketle, “Tamam, tamam,” dedi ve Bronnaya Sokağı’yla Ermolayevski Geçidi’nin kesiştiği yere, gezinin çıkışına doğru yürüdü.
Profesör, sağlığını sanki o an yeniden kazandı, yüzü aydınlandı. Berlioz’un ardından, “Mihail Aleksandroviç!” diye bağırdı.
Berlioz, irkilerek döndü, ama Profesör’ün ilk iki adını herhangi bir gazetede okumuş olabileceği düşüncesiyle kendisini rahatlattı.
Profesör, elleri ağzının iki yanında sürdürdü haykırmasını:
“Kiev’deki amcanıza hemen bir telgraf yollatmamı istemez misiniz?”
Berlioz, bir kez daha kendinden geçti. Bu deli, Kiev’deki amcasının varlığını nereden öğrenmişti? Şimdiye kadar hiçbir gazete bunu yazmamıştı. Sakın Biezdomni haklı olmasın? Ya o kimlik kâğıtları da sahiden sahteyse? Amma garip biriydi bu… Telefon etmeliydi, hem de gecikmeden. Bu işi çarçabuk aydınlatırlardı.
Sözün sonunu dinlemeden yoluna koştu.
O sırada, Bronnaya Sokağı çıkışının hemen yakınındaki banktan biri kalkıp Genel Yayın Müdürü’ne yaklaştı. Berlioz, öğleden sonra ortalığı yakıp kavuran havanın yoğunluğu içinde oluşuveren adamı tanıdı. Ama şimdi havaya karışmıyordu, herkes gibiydi; etten kemikten. Berlioz, alacakaranlığın gittikçe artan koyuluğundan onun tavuk tüyünü andıran bıyıklarını, alaycı, minik, yarı sarhoş gözlerini, beyaz çoraplarının pisliğini ortaya koyacak kadar yukarı çekilmiş kareli pantolonunu açık seçik görebiliyordu.
Mihail Aleksandroviç, birkaç adım geriledi. Bunun aptalca bir rastlantı olabileceğini düşünerek kendini sakinleştirdi. Şu sıra bu konunun üstünde fazla durması gereksizdi.
Kareli pantolonlu adam, çatlak tenor sesiyle, “Turnikeyi mi aradınız yoldaş?” diye sordu. “Buradan lütfen! Çıkış önünüzde, dilediğiniz yere gidesiniz diye açık. Sormak istiyordum… Kendini toplama ihtiyacıyla kıvranan eski bir kilise şarkıcısına, bir ufak şişe alacak kadar paranız var mı?”
Adam, gülünç bir biçimde yerlere kadar eğilerek kafasındaki jokey şapkasını çıkarıp geniş bir hareketle salladı.
Berlioz, bu maskara dilenciyi dinlemek istemiyordu, turnikeye koştu, bir eliyle tutup çevirdi. Rayları ve yolu aşıp karşıya geçecekti; gözlerinin önünde kırmızılı beyazlı bir ışık fışkırdı: camlı, üzerine ışıltılı harflerle “Tramvaya dikkat!” yazılmış bir çeşit kutu…
Tramvay, yeni açılan Bronnaya Sokağı’ndaki hatta sapmak üzere, Ermolayevski Geçidi’nin dönemecinde göründü. Sağdaki hatta gireceği sırada aracın içi birden ışıkla doldu, gözle görünürcesine büyüyerek böğürdü ve hızlandı.
Durduğu yerde hiçbir tehlikenin olmamasına karşın, Berlioz tedbirli davranarak demir parmaklığın gerisinde durmaya karar verdi. Elini turnikeye atıp açmak için geriledi. Aynı anda eli kayıp turnikeden kurtuldu, ayakları, buz üstünde kayarcasına rayları çevreleyen kaldırım taşları üzerinde karşı konulmaz biçimde sürüklendi, bir bacağı havalandı; Berlioz rayların üzerine atıldı.
Bir şeye, bir yere tutunmak isteyen Berlioz, sırtüstü yuvarlandı. Başının arkası kaldırım taşlarına hafifçe çarptı; sağda mı yoksa solda mı olduğunu artık anlayamadan, gökte solgun sarı ayı görecek zamanı buldu. Yan döndü, son bir çabayla bacaklarını karnına çekebildi. Başını kaldırdığında da, durdurulamayacak kadar hızla üzerine gelen tramvayın kadın vatmanının dehşetten bembeyaz kesilmiş genç yüzünü ve kırmızı kolluğunu görebildi. Berlioz’un ağzından ses çıkmadı, ama etrafında bütün sokak çılgına dönen kadınların çığlıklarıyla doldu.
Kadın vatman, bütün gücüyle frene asıldı. Bir an durakladı ağır araba; sonra yeniden ileri fırladı. Camlar kulakları sağır eden bir şangırtıyla kırıldı. O an bir ses Berlioz’un beyninde umutsuzca