Çok geçmedi, bir sabah gazetelerin polis haberlerinde okudum: “Bir kadını (kadın eski kokotlardan) yatağının içinde boğdular.”
Birden anladım, bu kimdi. “Eyvah!” dedim, “ya Galip Ferruh? Ve o kız, o kadının kızı?” Bu haberin altında bir ek vardı: “Galip Ferruh ile karısı yeni evlendi ve balayını Moda’da geçiriyordu. Dünkü fırtınalı günde Moda’dan bir sandalla gezmeye çıktı ve yirmi dört saat içinde geri dönmediler.”
Polis, gazeteciler bu iki olayı birleştiremedi, sonunda üç beş gün sonra bu olayı unuttular. Bunun sırrını yalnız ben anladım…
1. Соедините синонимы:
2. Переведите следующие слова и фразы:
Радость, безлюдный, приключение, тосковать по чему-то, привыкать, умолять, секунда, визит, подсчитывать, рассеянный, замечать, испачкаться в грязи, прóпасть, осуждать, ад, пытка, утешение, угроза, порог, странный, задыхаться, медовый месяц, супруги.
3. Вставьте пропущенные слова:
a. Birinci defa benimle bu kadar açık bir konuşmaya ______________ için kendini zorluyordu.
b. Bütün ______________ rağmen o bu kızı tamamen çamurlara bulanmadan önce kurtarmak, İstanbul’un uçurumlarında ______________ korumak istedi.
c. Fırladı, bana ______________ pişmandı ki izin istedi ve kaçtı.
4. Найдите верные утверждения:
a. Yazar ve Galip Ferruh yakın arkadaş değildi.
b. Yazar kızı ilk kez yazın gördü.
c. Galip Ferruh o kızla tanışmadan önce mutsuz ve üzgündü.
d. Kız saygın bir aileden geliyordu.
e. Galip Ferruh karısını boğdu.
f. Polis olayın sırrını çözemedi.
1. 1e, 2g, 3a, 4b, 5f, 6c, 7d
2. Neşe, tenha, macera, özlemek, alışmak, yalvarmak, saniye, ziyaret, hesap etmek, dalgın, fark etmek, çamura bulanmak, uçurum, kınamak, cehennem, işkence, teselli, tehdit, eşik, tuhaf, boğulmak, balayı, karı koca.
3. a. cesaret bulmak; b. gözlemlerine, tecrübelerine, inançlarına / tehlike ihtimallerine karşı; c. üzüntüsünü böyle göstermekten.
4. a, b, f
Dilhoş Dadı
1
Bir Eski Bağ
Onu hâlâ bugün hatıralarımın arasında tamamen canlı, geziyor ve söylüyor görüyorum. Sanki ölmedi, sanki mezarının üzerinden uzun yılların siyah geceleri geçmedi, sanki bir duvar ruhlarımızı yavaş yavaş birbirinden ayırmadı. En uzak hatıralarıma kadar gidiyorum, onunla beraber yaşamaya galiba dört yaşında başlamışım: Ve o yaştan sonra ona bağlılığım güçleniyordu, günden güne ilişkimizin samimiyeti, gücü artıyordu, on dört yaşına kadar hep onun sevgisi arasında büyüdüm. Neden dert ve tehlike zamanlarında güvenliği, sağlığı, teselliyi onun bakışında, onun gülüşünde arıyordum?
Annemle ve kardeşlerimle, hattâ evin bütün halkıyla aramızda o bulunurdu. Bazen biri bana ders vermek ya da saldırmak isterdi. O zaman onun ince ve küçük eli heyecanla, biraz da öfkeyle uzanır, beni korurdu. Böylelikle ben de ona ilgi ve ihtiyaç duyuyordum, o da beni başkalarından daha çok ayırıyor, benimsemek istiyordu. Ve her ikimiz de her zaman bu birliğimizden memnunduk. Ailenin diğer çocuklarıyla ve onların koruyucularıyla Dilhoş Dadı’nın arasında bunun için bir tür savaş vardı. Fakat bana karşı sevgisinin gücüyle o herkese karşı kendinden o kadar emin bir tavırla yürürdü, her tür kavgalar, sataşmalar, alaylar içinde öyle demir bir kale gibi geçerdi ki ben uzaktan övünçle onu takip eder ve etrafa korkusuz bir bakışla meydan okurdum, sanki üzerimde bir silah taşıyor gibiydim. Bazen bir oyun sırasında biri güç kullanır ve hakkımı benden almak isterdi. Ama onun meraklı gözleri mutlaka olayları takip ederdi. Ben kendimi koruyamaz, göz yaşlarından başka bir çare bulamazdım. O bir taraftan çıkar, yavaşça gelir, etrafa, “Kim sesini çıkarırsa[7] karşısında beni bulur!” tehdidiyle bakardı. Beni çeşme başına götürür, yüzüme gözüme su çırpar: “Gel, dama çıkalım, sen uçurtmanı uçur, ben de senin çoraplarını öreyim…” derdi. O zaman evin damına çıkardık. Bu en büyük eğlencelerimden biriydi. Oraya yalnız çıkamıyordum, mutlaka onun kontrolü altında uçurtma uçurmak mümkündü, bu oyun da en çok hoşuma gidiyordu. Şimdi düşünüyorum ki bu, çocukluğumun en mutlu saatleriydi: Böyle, onun gözü önünde, evin büyük ve yüksek damında elimde uçurtmanın ipiyle geçiyordu bu saatler.
Ben uçurtmamla oynardım. O, gölgede bir dikişle, çoraplarımı örmekle meşgul olurdu. O zaman da kendi kendine mırıldanırdı: Onun kendi dilinde kendi memleketinden şarkıları vardı. Bu şarkılarda öyle hüzünlü bir tatlılık, bir yumuşaklık vardı ki insan ağlamak istiyordu. Bu şarkıların hepsini az çok biliyordum, sözlerini bilmemekle beraber ben de bazen bir mırıltı içinde bunların melodilerini tekrar ederdim. Zaten onlar biraz da bizim türkülerimize[8] benziyordu. Onun için bana pek yabancı gelmezdi. Örneğin bir tanesi vardı ki bana pek çok üzüntü veriyordu.
Dadım da ara sıra konuşmak isterdi. Birdenbire gözleri bir ufukta hatıraları aramaya, bana memleketinden, annesiyle kardeşlerinden, sonra bir büyük denizden bahsetmeye başlardı. Bunların çeşitli parçalarından bir bütünü çıkaramıyordum. Fakat yavaş yavaş yaşım ilerliyordu ve ben geriye bakar, anlamlar çıkarabilirdim, sonraları bunları bağlayabildim, o zaman belirsiz noktalara açıklık getirebildim. Öyle ki Dilhoş Dadım’ın acılarla dolu ruhunu, onun vücudu topraklara karıştıktan sonra okuyabildim.
Mesela onun büyük denizi Çad Gölü olabilir, bunu sonradan anladım. Bana bir kere anlattı ki o, kendi memleketinde bir padişah kızıydı. Belki Afnu diyarında bir kabilede… Dadımın dilinde padişah kelimesi bir kabile başkanı demekti, buna sonra karar verdim. Yalnız bugün bile bence şüphesiz ki o mutlaka hükümdar bir ailesinden geliyordu. Esirliğine rağmen evin hanımları yanında bile onurlu tavırları, onu başka türlü üstün bir muameleye layık gösteriyordu.
Bir gün nasıl oldu, bilmiyorum, o yine bir işle meşguldü. Yine damdaydık, yine o hüzünlü şarkıyı söylüyordu, ben de uçurtmamın sicimlerini çözmek için yanında uğraşıyor, ara sıra onun makasını kullanıyordum.
“Kuzum, dadıcığım,” dedim, “bu şarkının anlamı nedir?”
Yüzüme baktı, bunu bana anlatmak için tereddüt etti, bunu gördüm.