Yaşlı ve yavaştı, Lantenac Markisi’ne söylediği gibi uzağa gidememişti. On beş dakikalık yürüyüş onu yormuştu. Croix-Avranchin’e doğru kısa bir tur yaptı. Geri döndüğünde akşam olmuştu.
Macey’in biraz ötesinde, izlediği yol onu bir tür yüksekliğe, ağaçsız bir yere götürdü. Burası, batıdan denize kadar olan tüm ufku rahatlıkla görebildiği bir yerdi.
Bir duman dikkatini çekti.
Bir dumandan daha hoş ve daha endişe verici hiçbir şey yoktur. Duman ki, barışı ifade eder ya da bela anlamına gelir. Savaş ve barış, kardeşçe sevgi ve düşmanca nefret, misafirperverlik ile mezar hatta yaşam ve ölüm arasındaki tüm farklar bile bir dumanın yoğunluğu ve renginde yatar. Ağaçların arasında yükselen bir duman, tüm dünyadaki en tatlı şey anlamına gelebilir. Belki ocağı tüten bir yuvadır çünkü. Ya da en korkunç felaketlerin işaretidir, mesela bir yangın. İnsanın tüm mutluluğu ya da mutsuzluğu bazen rüzgârın saçtığı bir buharın içindedir bazen. Tellmarch’ın gördüğü duman, endişeyi uyandıracak türdendi.
Kırmızıya çalan siyah bir dumandı. Sanki fırıncının harladığı fırın yavaş yavaş sönüyordu ve Herbe-en-Pail’in üzerine yükseliyordu. Tellmarch aceleyle dumana doğru yürüdü. Yorgundu ama aynı zamanda ne olduğunu da öğrenmek istiyordu.
Köyü ve çiftliği arkada bırakan bir tepeye ulaştı.
Ne çiftlik ne de köy görülüyordu.
Herbe-en-Pail’den geriye kalan bir yığın harabe hâlâ yanıyordu.
Bir kulübenin yanışı, bir sarayın yanışından daha yürek yakıcıdır. Alevler içinde kalmış bir kulübe, acınası bir görüntüdür. Yoksulluğun üzerine çullanan felaket, toprak solucanına saldıran bir akbaba gibidir. İnsanı ürpertir ve tiksindirir.
İncil’de bahsedilen bir efsaneye göre yangın seyreden biri o an bir heykele dönüşürmüş. Bir an için Tellmarch da heykele dönüşmüştü sanki. Gözlerinin önündeki manzara onu durduğu yere kilitlemişti. Tahribat sessizlik içinde devam etti. Bir çığlık duyulmuyordu; dumana karışmış bir insan sesi yoktu. Bu harlı alevler, odunların yarılması ve sazın çatırdamasından başka bir ses çıkarmadan köyü yok etme görevini yerine getiriyordu. Zaman zaman duman bulutları, düşen çatıların boşluklarını açığa çıkarıyor ve tüm marifetlerini sergiliyordu. Bu donuk kırmızı odaların arasında renkleri kızıla çalan sefil eski mobilyalar göze çarpıyordu. Tellmarch korkunç felaket karşısında sersemlemişti.
Kendisine komşuluk yapan kestane korusunun birkaç ağacı da alev almıştı.
Bir ses, bir çağrı ya da bir tür gürültü duymaya çalışarak dinledi. Alevler vardı sadece, hiçbir şey duyulmuyordu. Her yer alevler içinde kalmıştı. Bütün köy ahalisi kaçmış mıydı?
Herbe-en-Pail’de yaşayan o emekçi topluluk neredeydi? O küçük halka ne olmuştu?
Tellmarch tepeden aşağı indi.
Her şey bir bulmaca gibiydi. Yavaşça yaklaştı ve baktı. Kendini bu mezarda hisseden bir hayalet gibi, bir gölge gibi sessizce harabeye doğru ilerledi. Eskiden çiftliğin kapısı olan yere ulaştıktan sonra köy meydanıyla birleşmiş yıkık duvarlar arasından avluya baktı.
Daha önce gördükleri, şimdi gördükleriyle karşılaştırıldığında hiçbir şeydi. Uzaktan bunun dehşetini şöyle bir görmüştü. Şimdiyse dehşet ayaklarının dibindeydi.
Avlunun ortasında karanlık koca bir yığın vardı. Bir tarafı alevlerle, diğer tarafı da ay ışığı ile belli belirsiz bir şekilde çerçevelenmişti. Ölü adamlar yığınıydı bu görünen. Yığının çevresinde bir havuz vardı. Havuzun üstüne alevler yansıyordu. Ama bu kızıllık için alevlere ihtiyaç yoktu zira havuz kanla kaplanmıştı.
Tellmarch oraya gitti. Bu yığılmış bedenleri sırayla inceledi. Hepsi ölmüştü. Hem ay ışığı hem de yangın manzarayı aydınlatıyordu.
Bunlar asker cesediydi. Cesetlerin ayakları çıplaktı. Hem ayakkabıları hem de silahları onlardan alınmıştı ancak yine de mavi üniformaları üzerlerindeydi. Parçalanmış uzuvların arasında kurşunlarla delik deşik üç renkli paletler taşıyan şapkalar sağa sola saçılmıştı. Onlar cumhuriyetçilerdi. Önceki akşam Herbe-en-Pail çiftliğinde garnizon tutmuş Parislilerdi. Bedenlerin simetrik düzeni, olayın bir infaz olduğunu gösteriyordu. Hepsi yan yana dizilmiş ve kurşuna dizilmişti. Hepsi ölmüştü, koca yığından tek bir çıt bile çıkmıyordu.
Tellmarch, her bir cesedi inceledi. Hepsi delik deşikti. İnfazcılar, aceleyle yola çıkmış ve onları gömmek için zaman ayırmamıştı şüphesiz. Tam oradan ayrılmak üzereyken, avludaki alçak bir duvarın köşesinden gözüken iki çift ayak dikkatini çekti. Bu ayaklar daha önce gördüklerinden daha küçüktü ve ayaklarında ayakkabı vardı. Yaklaşınca onların kadın ayakları olduğunu anladı.
Duvarın arkasında yan yana yatan iki kadın da vurulmuştu.
Tellmarch onların üzerine eğildi. İçlerinden biri bir tür üniforma giymişti, yanında kırık ve boş bir testi vardı. Taburdaki kantinci kadın olmalıydı. Kafasında dört kurşun deliği gözüküyordu. Ölmüştü.
Tellmarch diğerini inceledi. Köylü bir kadındı. Gözleri kapalı, ağzı açık, yüzü renksizdi ama kafasında kurşun izi yoktu. Kuşkusuz uzun yürüyüşlerle paramparça olmuş elbisesi üzerinden düşmüş ve göğsünü açığa çıkarmıştı. Tellmarch onu daha da bir kenara itti. Omzunda bir merminin açtığı yuvarlak bir yara gördü. Kürek kemiği kırılmıştı. Onun mosmor göğsüne gözlerini dikti.
“Emziren bir anneymiş.” diye mırıldandı.
Dokundu sonra. Vücudu soğuk değildi. Kırık kemiği ve omzundaki mermi deliği dışında başka bir yarası yoktu. Elini göğsüne koydu ve cılız bir kalp atışı hissetti. Ölmemişti.
Tellmarch ayağa kalktı ve korkunç bir sesle haykırdı:
“Burada kimse yok mu?”
“Sen misin, Caimand?” Cevaplayan ses o kadar kısıktı ki zar zor duyuluyordu.
Aynı zamanda, harabenin içindeki bir delikten bir kafa çıktı ve sonra başka bir açıklıktan ikinci bir kafa daha.
Bunlar kendilerini saklamayı başaran iki köylüydü. Onlar dışında hayatta kalan birisi yoktu. İki köylü Caimand’ın tanıdık sesine güvenerek çömeldikleri saklanma yerlerinden sürünerek çıktılar.
Tellmarch’a yaklaştılar. Hâlâ zangır zangır titriyorlardı.
İkincisi, ağlıyordu ama konuşacak gücü kendinde bulamıyordu. Derin duygular her zaman böyle açığa çıkar.
Köylülerden biri ayaklarının dibinde yatan kadını işaret etti.
“Yaşıyor mu?” diye sordu.
Tellmarch başını evet anlamında salladı.
“Peki diğer kadın, o da mı yaşıyor?” diye sordu öteki.
Tellmarch hayır