“Hoşça kal,” dedi Martin Beck, zile elini götürerek.
Bertil Mård zil daha çalmadan kapıyı açtı.
Onun da üstünde üniforma pantolonu vardı; siyah pantolon, yelek ve tahta sabolar. Dün gece içtiği içkilerden kalma koku etrafını leş gibi bir duvar şeklinde çevreliyordu, tıraş sonrası losyonuyla karışıktı ve kocaman ellerinden birinde bir şişe Florida Water ve açık bir ustura tutuyordu ki usturayı çaylak polise doğru salladı.
“Kim bu palyaço?” diye bağırdı, “iki saattir orada dikilmiş, evime bakıyor?”
“Bir kanun adamına hakarettir bu,” dedi çaylak polis ukalaca.
“Seni bir daha görürsem, seni küçük sivil piç, kulaklarını keserim,” diye haykırdı Mård.
“Bu da bir memuru tehdit…”
“Hiç değil,” dedi Martin Beck, kapıyı arkasından kapatarak. “Hiç değil…”
“Ne demek ‘hiç değil’?” dedi Mård. “Ne oluyor ya?”
“Sen bir dakika sakinleş.”
“Sakinleşmem. Rahat bırakılmak istiyorum. Kostümlü çocukların beni gözetlemesini istemiyorum. Dahası, ben istediğimi alırım, alışkanlığımdır. Ya sen de kimsin? Siktiğimin başkomiseri mi?”
“Aynen,” dedi Martin Beck.
Adamın yanından geçerek iki adım attı ve odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. İçerisi sanki elli kişi uyumuş ve bu uyuyanlar insan değilmiş gibi kokuyordu. Pencerelerin önlerine yağ lekeli eski battaniyeler ve yırtık pırtık yorgan içleri çivilenmişti, içeriye çok az ışık giriyordu. Ama köşelerden kaldırıp dışarı bakmak mümkündü. Bir duvar dibine haftalardır, belki de aylardır toplanmadığı belli olan bir yatak konmuştu. Bunun haricinde mobilya olarak dört sandalye, bir masa ve büyük bir gardırop vardı. Masada bir bardak ve iki şişe 120-derece mavi etiketli, kaçak Rus votkası duruyordu, şişelerden biri boştu, diğeri yarı doluydu. Bir köşede kocaman bir kirli çamaşır yığını istiflenmişti ve arka kapıdan mutfak görünüyordu, dağınıklığı ve pisliği tarif etmek imkânsızdı, ayrıca Mård’ın tıraş olmayı yarıda bıraktığı banyo da seçiliyordu.
“108 ülke gezdim,” dedi Mård. “Hayatımda böyle bokluk görmedim. Polisler senin peşinde. Sosyal güvenlik senin peşinde. Ya da maliyeciler, yeşilaycılar, devlet dairesi ya da her ne sikim deniyorsa. Ya da elektrik şirketi, gümrük ya da nüfus müdürlüğü ya da sağlık bakanlığı. Hatta siktiğimin postanesi bile, ben posta mosta istemiyorum.”
Martin Beck, Mård’a daha yakından baktı. Heybetli bir adamdı, rahat 1.85 boyunda vardı, en az 125 kiloydu. Siyah saçlı, koyu kahverengi, keskin gözlüydü.
“Söylesene Mård, tam 108 ülke olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu Martin Beck.
“Bana Mård deme. Herkesin bana eski kankasıymış gibi davranmasından hoşlanmam. Bana ‘beyefendi’ ya da en azından ‘efendim’ dersen iyi olur. Nereden mi biliyorum? Çetelesini tutuyorum çünkü. Yüz sekizinci ülke Yukarı Volta’ydı. Kazablanka’dan oraya uçakla gittim. 107. ülke Güney Yemen’di. Ama yemin ederim en berbat yerdi. Kuzey Kore ve Honduras’ta hastanede yattım, Makao, Dominik Cumhuriyeti, Pakistan ve Ekvador’da da. Ama hayatımda burada, Malmö’de geçen yaz gördüğümden daha kötü bir hastane görmedim. 1890 yılından kalma gibi duran bir koğuşa tıkıldım. İçeride yirmi dokuz kişiydik ve on yedi tanesi yeni ameliyattan çıkmıştı. Sonra sıçtığımın sosyal hizmet çalışanları gelip ne diye sızlandığımızı soruyorlar. Ağzımızı açmamamız gerekiyor, ne de olsa bedava ya! Vergiciler ensene sülük gibi yapışmışken. Bana söyler misin, şu içine sıçtığımın hükümeti nasıl hâlâ iktidarda? Böyle şeylerden dolayı insanları astıkları bir sürü yere gittim ben.”
Mård etrafına bakındı.
“İçerisi de pis,” dedi. “Temizliği pek beceremiyorum. Nasıl yapıldığını bilmiyorum.”
Boş votka şişesini alıp mutfağa taşıdı.
“İşte,” dedi. “Daha iyi oldu. Şimdi ben sana bir soru sormak istiyorum. Burada ne halt dönüyor? Ben tıraş olurken o geri zekâlı neden kapımı tırmalıyor? Günde iki kere tıraş olurum muhakkak, sabah altıda ve öğleden sonra üçte. Her zaman da kendim tıraş olurum. Ustura kullanmayı severim. Daha temiz oluyor.”
Martin Beck konuşmadı.
“Bir soru sordum,” dedi Mård. “Cevap da alamadım.
Sen kimsin? Evimde ne bok yiyorsun?”
“Adım Martin Beck, polisim. Başkomiserim ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Cinayet Büro’nun amiriyim.”
“Ne zaman doğdun?”
“25 Eylül 1922.”
“Pekâlâ. Bir değişiklik yapıp soruları soran olmak eğlenceliymiş. Ne istiyorsun?”
“Karın 17 Ekim’den beri kayıp.”
“Eee?”
“Nerede olduğunu merak ediyoruz.”
“Peki, ama daha önce de söyledim ya, Tanrı aşkına, bilmiyorum. 17 Ekim günü ben Malmöhus denen tren feribotuna oturmuş, bir şeyler içiyordum. Tamam, kafayı çekiyordum. Şehirdeki tek düzgün vapur bu. Bu ülkede adam gibi yaşayamıyorsun, bu yüzden çoğunlukla Kopenhag vapurlarında oturup içiyorum.”
“Bir çeşit pub işletiyorsun, değil mi Kaptan Mård?”
“Evet, benim adıma iki kadın işletiyor. Tanrı şahidim, mekân temiz, her yer temizleniyor, yoksa onları limana sepetlerdim. Ara sıra ben de içki servisi yaparım. Ne zaman geleceğimi asla önceden bilmezler.”
“Anladım.”
“Cinayetle ilgili bir şeyler geveledin.”
“Evet, mümkün. Birisi onu kaçırmış gibi gözüküyor. Senin mazeretin de tam net değil.”
“Mazeretim gayet net ve sağlam. Ben Malmöhus’taydım. Ama komşu evde bir seks manyağı yaşıyor. Eğer Sigbrit’e bir şey yapmışsa, o karıyı kendi ellerimle boğarım.”
Martin Beck, Mård’ın ellerine baktı. Esaslı elleri vardı. Herhalde bir ayıyı boğabilirdi.
“‘Karıyı’ dedin. ‘Onu’ boğardın yani.”
“Onu kastetmedim aslında. Ben Sigbrit’i seviyorum.”
Birdenbire Martin Beck aklından bir sürü şey geçirdi. Bertil Mård sağı solu belli olmayan, çabuk parlayan, tehlikeli bir adamdı. Uzun yıllardır emirler verirken kendisi çok az şey yapmaya alışmıştı. Muhtemelen çok iyi bir denizciydi ve karada yaşamaya adapte olmakta zorlanıyordu. En kötü ihtimal de dahil olmak üzere her şeyi yapabileceğine inanılabilirdi.
“Hayatımın trajedisi Trelleborg’da doğmuş olmamdır,” dedi Mård. “Hiç istemediğim bir vatandaşlıkla. Tek seferde bir aydan, bilemedin iki aydan uzun dayanamadığım bir ülkede. O zaman bile hastalanana kadar her şey iyi hoştu. Ama Sigbrit’i severdim, hemen hemen her yıl onu görmeye eve gelirdim. Birlikte iyiydik. Sonra yine yola çıkmam gerekirdi. Sonra bu kahrolası olay oldu. Karaciğerim iflas etti ve muayeneden geçemedim.”
Sessizce bir dakika boyunca durdu.
“Çık artık,” dedi birdenbire. “Yoksa delirip çeneni kıracağım.”
“Tamam,” dedi Martin Beck. “Eğer geri dönersem, büyük ihtimal seni içeri atmak için geleceğim.”
“Canın