Ancak bu her zamanki gibi öylesine bir söylenti. Dışarı çıt çıkmasın der insan bazen şakayla. Ancak sadık ezberciler kalıbı değiştirmezdi. Dışarı çıt çıkmayacak, o kadar.
Hepsi buydu.
En sonuncu intihar manifestosunun dikkat çekici noktaları şunlardı: Kendini vuran ya da Väster Köprüsü’nden atlayan çoğu kişi aslında bir güzel kafaları çekip sarhoş olduğundan, üstüne de bir şişe uyku hapı içtiğinden ölüyordu ve bunlar kazara zehirlenme olarak adlandırılıyor ya da tamamen istatistiklerden çıkarılıyordu, bu da çok hayırlı oluyordu.
Martin Beck bu konuları çok düşünüyordu.
Månsson, Gripenberger’ine biraz üzüm suyu döktü. Bir süredir konuşmamıştı ve kılık kıyafetinden anlaşıldığı kadarıyla da bir yere gitmeyi planlamıyordu.
Üstünde bir atlet, pijama altı ve havlu terlik vardı, ayrıca bir de bu takımın bir parçası gibi gözüken bir bornoz.
“Karım birazdan burada olur,” dedi. “Genelde saat üçte damlar.”
Månsson anlaşılan beş günlük bekâr günlerine geri dönmüştü, haftanın beş gününü yalnız, hafta sonlarını da karısıyla geçiriyordu.
İki ayrı evleri vardı.
“Güzel bir sistem,” dedi. “Doğru, bir yıl filan Kopenhag’da bir kız arkadaşım oldu. Şahaneydi ama biraz fazla oldu. Eskisi kadar genç değilim ben de.”
Martin Beck yanındaki adamın söylediklerini bir an düşündü.
Doğru, Månsson ondan büyüktü ama taş çatlasın iki yaş büyüktü.
“Ama devam ettiği sürece bana çok iyi geldi. Adı Nadja’ydı. Hiç tanıştın mı, bilmiyorum.”
“Hayır,” dedi Martin Beck.
Birdenbire konuyu değiştirmek istedi.
“Bu arada Benny Skacke neler yapıyor?”
“Fena değil. Artık komiser oldu ve fizyoterapist sevgilisiyle evlendi. Geçen baharda küçük bir kızları oldu. Bir pazar günü dünyaya geldi, beklenenden biraz erken oldu. Benny, o sırada Minnesberg’de futbol oynuyordu. Hayatındaki bütün önemli olayların hep futbol oynarken başına geldiğini söylüyor. Ne demek istiyor, Tanrı bilir.”
Martin Beck, Skacke’nin neyi kastettiğini adı gibi biliyordu ama hiçbir yorum yapmadı.
“Ne olursa olsun iyi bir polis,” dedi Månsson. “Onun gibilerden artık az bulunuyor. Maalesef burada mutlu olmadığını hissediyorum. Bu şehre nedense hiç alışamadı. Neredeyse beş yıldır burada ama bence hâlâ Stockholm’ü özlüyor.
“Onca yer dururken,” diye ekledi felsefi bir edayla ve bardağındakileri mideye indirdi.
Sonra abartılı bir jestle kol saatine baktı.
“Ben artık gitsem iyi olur,” dedi Martin Beck.
“Evet,” dedi Månsson. “Tam da sana Mård’ı ayık yakalamak istiyorsan, öyle yap diyecektim. Ama tabii asıl neden bu değil.”
“Ya?”
“Hayır. Biraz daha kalırsan, on beş dakika sonra karımla tanışırsın. Bu durumda da giyinmem gerekir. Karım biraz gelenekseldir ve benim önemli polis şeflerinin karşısında bu kılıkta oturmamdan hiç hoşlanmaz. Sana taksi çağırayım mı?”
“Yürümeyi yeğlerim.”
Martin Beck, Malmö’ye daha önce defalarca gelmişti ve yol iz bilirdi, en azından şehir merkezinde.
Ayrıca hava güzeldi ve Martin Beck, Bertil Mård ile konuşmadan önce aklındaki düşünceleri bir gözden geçirmek istiyordu.
Månsson’un, onu varsayımlarla bezediğinin bilincindeydi.
Zaten bu dosya da varsayımların başrolde olduğu bir vaka olacaktı.
Varsayımlar asla iyi olmazdı. Düşüncelerini tamamen etkilemelerine izin vermek, onları yok saymak kadar tehlikeliydi. Bir varsayımın, önceden geliştirilmiş olmasına rağmen, doğru olabileceğini her zaman hatırlamak zorundaydı insan.
Martin Beck, Mård’ı değerlendirmek için can atıyordu. Yakında yüz yüze geleceklerinin farkındaydı.
Birahane tatil günü olması sebebiyle kapalıydı. Månsson, Mäster Johans Caddesi’ndeki evi gözetlemesi için bir polis görevlendirme zahmetine girmişti ve Mård evden ayrılacak olursa haber vermesini tembihlemişti.
7
Polis memuru, bir evi gözetlemiyormuş gibi yaptığı bir parodiyle televizyona çıksa büyük başarı elde ederdi. Ayrıca ev çok küçüktü ve iki yandaki binalar yıkıktı. Memur sokağın karşısında, elleri arkasında, gözleri uzaklara dalmış fakat durmadan kapıya uzun uzun bakışlar atıyordu.
Martin Beck biraz uzakta durup seyretti. Bir dakika falan geçti ve çaylak polis sokakta yürüyüp kapıyı yakından inceledi. İsim tabelasını dürtükledi. Sonra tekrar dikildiği noktaya dönüp özenle umursamaz bir ifade takındı, arkasında herhangi bir uygunsuzluk olup olmadığını kontrol etmek için kendi ekseni etrafında döndü. Gizli ya da hassas görevlere atanan diğer birçok polis gibi siyah ayakkabı, koyu mavi çorap, üniforma pantolonu, açık mavi gömlek giymiş ve koyu mavi kravat takmıştı. Buna sarı bir kep, kocaman parlak düğmeli ve manşetleri kırmızı sarı işlemeli deri bir ceket eklemiş, yakasına da Martin Beck’in bile Malmö Futbol Kulübü’ne ait olduğunu bildiği beyaz ve gök mavisi renklerinde bir atkı atmıştı. Ceketi sağ tarafta şişkinlik yapmıştı, sanki altında bir şişe içki duruyordu.
Martin Beck yaklaşınca yılan ısırmış gibi sıçradı ve sanki kepinin siperliği varmış gibi selam vermek için elini kepine götürdü. Hemen rapor vermeye başladı.
“Binadan kimse ayrılmadı, Başkomiserim.”
Martin Beck tanınması karşısında yaşadığı şaşkınlıkla bir saniye sessizce dikildi. Ardından uzanıp atkıyı baş ve işaret parmağı arasında yokladı.
“Annen mi ördü?”
“Hayır, efendim,” dedi genç adam kızararak. “Örmedi. Kız kardeşimin erkek arkadaşı yaptı. Adı Enok Jansson efendim ve çok güzel örgü örer, aslında postanede çalışıyor, işi var. Televizyon seyrederken bile örgü örebiliyor.”
“Mård arka kapıdan çıkmış olabilir mi?”
Çaylak polis daha da çok kızardı.
“Ne?”