Yılanı alıp bıçakla ortadan ikiye ayırarak, tabi bu sırada bayağı tiksinmeden de edemeyerek, iç organlarını temizleyebildiğim kadar temizledim. Bunu yapabilmek için de yılanı bir ucundan tutup tam hız daireler çizerek çevirdim ve iç organları etrafa saçtım. Sonra bunun gizlilik ve dikkat çekmeme planlarıma aykırı olduğunu düşünsem de yılandan artakalanlar artık çoktan etrafa saçılmış vaziyetteydi ve canım hiç onları toplamak istememişti. Elimde kalan parçaları bıçakla temizlemeyi bitirince kusmak istedim çünkü cidden mide bulandırıcıydı. Fakat sonra devam edip derisini yüzdüm. Her şey hazır olduğunda aklıma aniden bir sorun geldi. Eti pişirmek için ateş yakamazdım çünkü hayatta olduğumu ve yerimi keşfederlerdi, dolayısıyla çiğ yemek zorundaydım. Hiç içimden gelmeyerek yılanın kanlı etine baktım. Büyük bir parça kesip ağzıma attım. Hayvanlar çiğ et yiyorsa benim de yiyebilmem lazımdı. Bir iki sefer çiğneyip hepsini geri tükürdüm. Resmen tiksinçti! Eti plastik gibiydi, sanki kız kardeşimin oyuncak bebeklerinden birini ya da yarı aşınmış bir kıkırdağı yemeye çalışıyordum. Eti hep çok pişmiş severdim, az pişmişse bile yiyemezdim. Şimdi de kalkıp çiğ yiyecektim öyle mi? Midemi en çok bulandıran şeyler hep aynı bu et kıvamındaki şeyler olmuştu: neredeyse çiğ tavuk derisi, domuz pastırması, işkembe vs.
Tam bir hayal kırıklığı içerisinde, yılan ve yiyeceğimden arta kalanları alıp toprağa gömdüm. Kazdığım çukuru daha iyi gizlemek için de üzerini yaprakla kapattım. Yiyemeyeceğim yemeği bulmanın ne faydası vardı ki? Sen git yılan ısırığından ölmeyi göze al ama eline ne geçsin! Tabi su sıkıntısı da cabasıydı. Artık bir şey bulmak zorundaydım çünkü müthiş susuzluğum dinmiyordu ve sadece iki gazozum kalmıştı. Yılanı yakalayayım derken sarf ettiğim çabadan üzerimden terler boşanarak kendimi yere attım. O bezginlikle gazozlardan birini içip kutusunu da fırlatıp attım. Bulacaklarsa da bulsunlar beni, kurşunla delik deşik olup ölmek açlıktan ölmekten iyidir, en azından daha hızlı olduğu kesin. Zaten yılanın iç organlarını etrafımda daireler çizerek her yönde iki metrelik bir alana saçmıştım. Elveda kazanan adam, elveda nasıl hayatta kalacağını doğuştan bilen adam; selam sana yabani bir bahçede ölecek olan başarısızlık abidesi! Bunu hak etmiş olduğum için, şikâyet de etmiyordum. En yakın iki arkadaşımı öldürmüştüm. Öbür yandan, televizyonda ormanda su bulmayla ilgili bir şeyler izlediğimi biliyordum, bir yerde özel bir yöntemle su bulmanın kolay olduğunu söylediklerini hatırlıyordum ama o yerin neresi olduğunu hatırlayamıyordum.
Orada öylece yere oturmuş, kollarımı dizlerime dolamış, kafam öne eğik, aklım tamamen boş, kendimi koyvermiş hâlde ne kadar kaldım bilmiyorum. Kaderine boyun eğmişlik, itaatkârlık, terk ediliş, hayattan vazgeçiş. Uçak kazasıyla Alex’in ölüşü, Juan’ı kurşuna dizmelerini görmek, yılan olayıyla sevinçten coşma ve ardından gelen aldanmışlık, bitkinlik, uyku… Neredeyse yirmi dört saat içerisinde yaşanan haddinden fazla şey, çok fazla yoğun duygu. Juan neden öyle aptallık edip o tarafa koşmak zorundaydı ki? Neden beni yalnız bırakmıştı? En azından şimdi burada ikimiz beraber olur her şey de farklı olurdu ama hayır, o tarafa kaçmayı denemek zorundaydı tabi! Şimdi… Şimdiyse eve dönüp gözlerimi kapatmak ve açtığımda da yatağımda uyanıp tüm bunların normalden daha gerçekçi koca bir kâbus, her zamanki gibi kötü bir rüya, akşam nişanlım ve arkadaşlarımla buluştuğumda anlatacak bir anı olmasını istiyordum. Ağlamaya başladım ama gözlerimden neredeyse hiç yaş akmıyordu.
Kaybolmuş, cesaretini yitirmiş, hayal kırıklığına uğramış, dermanı kalmamış, bitkin bir hâldeydim ve uykum vardı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sonunda, tamamen otomatiğe bağlamış bir şekilde, fırlatıp attığım gazoz kutusunu gömdüm ve kalkıp tekrar yürümeye koyuldum ama bu kez çok daha yavaş ilerliyor, kendimi salmış bir hâlde, neredeyse ayaklarımı sürüyerek yürüyordum. Akşam sekize kadar molalar vererek yürüdüm. Molalarım gittikçe uzadığından yürüdüğüm mesafeler de kısalmıştı. Yılanı avlarken kullandığım sopadan destek alarak yürüyüp sakat dizime çok yüklenmemiş oluyordum ama zaten artık bacaklarımı hissedemiyordum. Belli bir rota bile çizmeden, yürümüş olmak için yürüyordum ki zaten nasıl kesin bir rota çizeceğimi de bilmiyor, açıkçası pek de umursamıyordum. Niye onları buraya gelmeye ikna etmek zorundaydım ki sanki? Ben kimseyi dinlemez, her şey benim dediğim gibi olsun isterdim. Her şeyi kontrol etme, yönetme isteğim bak şimdi beni nereye getirmişti. Juan, aptalsın sen. Niye o tarafa koşup intihar ettin ki? Bu tamamen senin hatandı, benle hiçbir ilgisi yok. Senin hatan. Sadece senin.
Artık daha fazla dayanacak hâlim kalmayınca bir kutu ayvanın hepsini yiyip son gazozu da içtim ve geri kalan her şeyi bir yere gizleyip battaniyelerden bir tanesini de orada bıraktım. İki battaniyeyle ne yapacaktım ki? Yükümü ne kadar hafifletsem o kadar iyiydi. Üstelik çok fazla ısı yayıyorlardı ve çantayı taşırken sırtımın kavrulduğunu hissediyordum çünkü tişörtüm terden sürekli vücuduma yapışmış vaziyetteydi ve bu da çok rahatsız edici bir histi. Ayrıca, muhtemelen susuzluktan, hiç geçmeyen bir baş dönmesi de başlamıştı. Buna hiç şaşırmamıştım çünkü kutu içeceklerin içtiğiniz anda susuzluğunuzu giderir gibi olduğunu ama aslında su ihtiyacınızı çok karşılamadığını biliyordum. Okuldan bir arkadaşım buna, içerdiği şeker yüzünden yoyo etkisi derdi.
Karanlık çökmeye başladığından ve bir daha ağaç tepesinde öyle rahatsız uyumak istemediğimden korunaklı bir yer arayıp toprağın kuru olduğu bir yerde yaprak ve yeşil dallardan incecik bir şilte yaptım, küçük battaniyeyi üzerime örtüp sırt çantasını da yastık yaparak kıvrılıp yattım ve uykuya daldım. Ormanda ilk tam günümü geçirmiştim ve çoktan bıkkınlığın da ötesine geçmiştim. Çok yorgundum ve bunun ne şekilde olursa olsun bir son bulmasını umuyordum.
3. GÜN
ÇİLEMİN BAŞLANGICI
Bir şey bana saldırıyor, tüm bedenim kaşınıyordu. Bağırarak ayağa fırlayıverdim, uykudan eser kalmamış, tamamen ayılmıştım. Ellerime baktığımda büyük başlı kırmızı karıncalarla kaplı olduklarını gördüm. Tüm vücudumu karınca sarmış, her yerimden ısırıp duruyorlardı. Üstümü başımı yırtarcasına kıyafetlerimi çıkardım ve acıdan bağır çağır inleyip zıplayarak kopmuş kertenkele kuyruğu gibi kıvrım kıvrım kıvranırken ellerimle de vücuduma vurup karıncaları ezmeye çalıştım. Bir kısmı ağzıma kaçınca tekrar tekrar tükürmek zorunda kaldım. Bazılarıysa burnumla kulaklarıma girmişti, her yerimde geziyorlardı. Âdeta bir kovan dolusu arı topluca bana saldırmaya karar vermiş gibiydi. Yavaş yavaş karıncalardan kurtuldum ama üzerimde hiç karınca kalmadığından emin olmam on dakika kadar sürdü. Yattığım yerden ucu bucağı görünmeyen bir karınca9 sürüsü geçiyordu. Karıncaları def etmek için kendime vurmaktan her yerim kızarmış, vücudum o lanet böceklerin ısırığından bile daha kırmızı renkte kızarıklıklarla dolmuştu. O kadar kaşınıyordum ki kaşımaya nereden başlayacağımı bilemiyordum. Artık üzerimde hiç karınca kalmamış olmasına rağmen bazen bir şeyler bedenimde hızlı hızlı geziniyormuş hissine kapılıp kontrolsüzce titremeye başlıyordum.
Sinirim biraz yatıştığında çantamı, battaniyeyi ve etrafa saçtığım kıyafetlerimi yerden alıp üzerlerindeki karıncaları silkeledim. Sadece spor ayakkabılarımı giyip geri kalanını çantama koydum. Birkaç taşla dal alıp öfkeyle küfürler saçarak, ip gibi dizilmiş karınca sürüsüne attım. Bir süre kendimi kaybedip öfkeye teslim oldum: Evet, her şeyin sorumlusu karıncalardı, karıncaları öldürmem gerekiyordu, beni bu saçma sapan duruma onlar düşürmüştü ve bedelini de ödeyeceklerdi. Zıvanadan çıkmışçasına