Her şeyin iyi olacağı düşüncesi onu, üzerinden inişe yaklaştıkça motorları gümbürdeyen uçakların baskın yaparcasına geçtiği, Portsmouth’a kadar getirmişti. Hızlandı, çevre yolunun her iki tarafındaki bankların buzla kaplandığı bir sonraki kasabayı geçti, sonra Portland’a doğru yol, bir trenin yanından akmaya başladı. Emily her şeyi en küçük ayrıntısına kadar dikkate alıyor ve dünyanın boyutlarını düşündükçe dehşete kapılıyordu.
Portland’dan çıkmasını sağlayacak köprünün üzerinde hızlandı, umutsuzca arabayı durdurmak ve okyanusa bakmak istedi. Ama hava kararıyordu ve Sunset Limanı’na gece yarısından önce varmak istiyorsa bastırması gerektiğini biliyordu. Daha en az üç saatlik yolu vardı ve göstergelerinin olduğu paneldeki saat 21:00’i gösteriyordu. Midesi gene onu protesto ediyor, kaçırdığı öğle yemeği bir tarafa, akşam yemeği için de onu azarlıyordu.
Vardığında yapmak istediği her şey bir tarafa, en çok yapmak istediği şey gider gitmez bütün gece uyumaktı. Tükenmişlik hissi çökmeye başlamıştı; Amy’nin kanepesi pek rahat sayılmazdı, tabii tüm gece içinde bulunduğu duygu karmaşasından bahsetmiyordu bile. Ama, Sunset Limanı’ndaki evde, anne ve babasının mutlu günlerinde kaldığı ana yatak odasındaki koyu renkli meşeden sayvanlı karyola onu bekliyordu. Bütün yatağın onun olacağı fikri çok çekiciydi.
Kar yağma olasılığına rağmen, Emily Sunset Limanı’na dek otoyoldan çıkmaya karar verdi. Babası daha az kullanılan yola düşkün olmuştu hep – Maine’nin o kısmındaki, okyanusa dökülen sayısız nehrin etrafından dolanan yol.
Otoyoldan çıktı, en azından hızını düşürdüğü için rahatlamıştı. Yollar daha karmaşıktı ama manzara muhteşemdi. Emily, parlak su üzerine yansıyan yıldızlara baktı bir süre.
Kıyı boyunca 1 numaralı yolda kaldı ve ona sunduğu güzelliklere bıraktı kendini. Gökyüzü griden siyaha döndü, su da öyle. Sanki boşlukta ilerliyor sonsuza varmaya çalışıyormuş gibi hissetti.
Bundan sonraki hayatının başlangıcına gidiyordu.
Saatler süren yolculuktan bitap düşmüş, gözlerini açık tutmaya çabalarken, Sunset Limanı’na girdiğini gösteren tabelayla canlandı. Kalbi, rahatlama ve beklenti ile daha hızlı atmaya başladı.
Küçük hava alanını geçti ve onu Mount Desert Adası’na götürecek köprüye doğru sürerken ailesinin arabasına bu yollardan geçtiği günleri hatırladı. Eve yaklaşık on beş kilometrelik yolu kaldığını yani en fazla yirmi dakika sonra evde olacağını biliyordu. Kalbi heyecandan ağzında atıyordu. Yorgunluğu ve açlığı yok olmuş gibiydi.
Sunset Limanı’na hoş geldin diyen küçük ahşap tabelayı gördü ve kendine gülümsedi. Uzun ağaçlar yolun iki tarafında sıralanmıştı ve Emily, küçükken, arabayı kullanan kişi babasıyken, aynı yolda, yanından geçtikleri ve baktığı ağaçların aynı ağaçlar olduğu hissiyle rahatladı.
Birkaç dakika sonra, çocukken, güzel bir sonbahar gününde, ayaklarının altında dökülen kırmızı yaprakları ezerek yürüdüğünü hatırladığı köprünün üzerinden geçiyordu. Bu anı aklında o kadar canlıydı ki, babasının elinden tutarken giydiği parlak mor yün eldivenleri bile aklında canlandırabiliyordu. Beş yaşından daha büyük olamazdı ama bu anı sanki dün olmuşçasına aklına kazınmıştı.
İlerledikçe aklına daha başka anılar da geliyordu – harika krepler yapan restoran, tüm yaz boyunca izci gruplarıyla dolan kamp alanı, Salisbury Koyu’na giden tek şeritli yol. Acadia Milli Parkı tabelasına ulaştığında, evden sadece üç kilometre uzakta olduğunu bilerek gülümsedi. Eve tam zamanında ulaşacakmış gibi görünüyordu, karlar düşmeye başlamıştı ve eski arabası muhtemelen tipiye dayanamazdı.
Sanki bir işaretmiş gibi arabasından, kaportanın altından bir yerden garip bir ses gelmeye başlamıştı. Emily, acıyla dudağını ısırdı. Ben, her zaman, ilişkideki pratik olan, bir şeyleri tamir edebilen kişi olmuştu. Emily’nin bu konudaki yeteneği ise içler acısıydı. Kar daha hızlı düşmeye ve kalınlaşmaya başlamıştı ve arabası da bu durumdan giderek daha da şikayetçi hale geldi ve sonra da çıtırdayarak durdu.
Duran motordan çıkan ıslığımsı sesi dinleyen Emily, çaresizce, ne yapacağını bilemez halde durdu. Saat gece yarısını gösteriyordu. Trafikte başka kimse yoktu, gecenin bu saatinde herkes evlerindeydi. Ölüm sessizliği vardı ve farları haricinde zifiri karanlıktı; bu yolda hiç trafik lambası da yoktu, ay ve yıldızlar da bulutların arkasına saklanmıştı. Tüyler ürperticiydi ve Emily bu anın korku filmi için harika bir set olabileceğini düşündü.
Telefonunu eline aldı, biraz güvende hissedebilecekti, ama çekmiyordu. O beş çubuğun boş olduğunu görmek onu daha da endişelendirmiş, daha yalnız hissettirmişti. Hayatını geride bıraktığından beri ilk kez, korkunç bir hata yapmış gibi hissetmişti.
Arabadan çıktı ve soğuk hava tenine değer değmez titredi. Arabanın etrafında dolandı ve motora şöyle bir baktı, ne aradığını bile bilmiyordu.
Hemen sonra bir araba sesi duydu. Kalbi rahatlamayla çarptı, gözlerini kısarak ona doğru gelen yolun başındaki farlardan yayılan ışığa baktı. Ellerini sallayarak gelen aracı durdurmaya çalıştı.
Şanslıydı, araba kenara çekip hemen arabasının arkasında durdu, egzozundan çıkan gaz soğuk havaya karıştı, parlak farları düşen kar tanelerini aydınlatıyordu.
Sürücü kapısı gıcırdayarak açıldı ve iki adet botlu ayak karlı zemine indi. Emily, önündeki kişinin yalnızca siluetini görebiliyordu ve birden buranın yerel katilini durdurmuş olabileceği gibi korkunç bir paniğe kapıldı.
“Kendini zor bir duruma soktun, değil mi?” dedi yaşlı bir adamın rahatsız edici sesi.
Emily kollarını ovuşturdu, tüylerinin diken diken olduğunu hissedebiliyor ve titremesine engel olmaya çalışıyordu – ama en azından yaşlı olduğu için rahatlamıştı.
“Evet, ne olduğunu bilmiyorum,” dedi. “Tuhaf sesler çıkarmaya başladı sonra da durdu.”
Adam bir adım yaklaştı ve nihayet yüzü arabanın farlarından çıkan ışıkla aydınlandı. Çok yaşlıydı, kırışık suratı ve dalgalı beyaz saçları vardı. Emily’ye sonra da arabaya bakan gözleri koyu renkliydi ama merakla ışıldıyordu.
“Ne olduğunu bilmiyor musun?” diye sordu, hafifçe gülerek. “Nasıl olduğunu sana anlatayım. Bu araba külüstürden başka bir şey değil. En başta çalışmasına bile şaşırdım! Arabayla, uzun süredir hiç ilgilenilmiş gibi gözükmüyor, sonra da karda dışarı çıkarmışsın.”
Emily pek de dalga geçilmeyi kaldıracak modda değildi, hele ki adam haklıyken.
“Aslında New York’tan geliyorum. Sekiz saat boyunca gayet iyiydi,” dedi, ses tonu ağlamaklıydı.
Yaşlı adam fısıldayarak konuşuyordu. “New York mu? Ben, hiç… Bu kadar yolu neden geldin?”
Emily hikayesini anlatacak durumda değildi o yüzden sadece “Sunset Limanı’na gidiyorum,” dedi.
Adam daha fazla soru sormadı. Emily, yaşlı adamın ona yardım etmesini umarak durdu, parmakları soğuktan hızla hissizleşiyordu. Ama adam daha çok eski arabanın etrafında dolanıp, tekerlerini botunun ucuyla hafifçe tekmelemek, arabanın kalkmış boyasını baş parmağıyla ufalamak, kafasını sallamak gibi şeyler yapıyordu. Kaportayı açtı ve motoru uzun, uzun süreler arada