Sam, adamın eline bir böcekmiş gibi tiksinerek baktı, sonra ileri atılıp adamın bileğini kavradı ve yüz adam gücüyle onu ters çevirdi. Sam, bileğini çevirmeye devam ederken adamın gözleri korku ve acı içinde sonuna kadar açıldı. Sonunda adam yan tarafa döndü ve dizlerinin üzerine yıkıldı. Sam ise korkunç bir çatırdama sesi duyana kadar adamın bileğini çevirmeye devam etti ve kolu kırılan adam çığlıklar içinde kaldı.
Sam geri çekildi ve adamın yüzüne sert bir tekme savurarak onu bilinçsiz bir şekilde yere serip işini bitirdi.
Oradan geçen küçük bir grup olanları izledi ve Sam yürümeye devam ederken bütün yolu ona verdiler. Hiç kimse yanına yaklaşmaya istekli görünmüyordu.
Sam ilerde insanların yarattığı izdihama doğru yürümeye devam etti ve kısa süre sonra etrafını yeni bir kalabalık sardı. Şehri dolduran ve sonu gelmek bilmeyen insan seline karıştı. Hangi yöne gideceği konusunda emin değildi ama yeni arzuların kendine baskın çıkmaya çalıştığını hissediyordu. Beslenme arzusunun içini kemirdiğini hissetti. Canı kan istiyordu. Yeni bir kurban.
Sam bu hislerin kendini ele geçirmesine izin verdi ve hislerinin kendisini daha önceden bir şekilde belirlenmiş dar bir sokağa doğru götürdüğünü hissetti. Sam o yola doğru döndüğünde yol daha da daraldı, karardı ve yukarıya doğru yükseldi; şehrin geri kalanından tecrit edilmiş gibiydi. Buranın şehrin köhne bir yeri olduğu belliydi ve Sam ilerledikçe burada kalabalık daha da kaba bir hal aldı.
Sokakları dilenciler, sarhoşlar ve fahişeler doldurmuştu. Sam sendeleyen birçok işe yaramaz, şişman, tıraşsız ve dişsiz adamla dirsek dirseğe geldi. Sam özellikle ileriye doğru uzanıyor onlara sert bir şekilde omuz atıyor ve her birini dört bir yana fırlatıyordu. Akıllı bir şekilde hiçbiri durup Sam’e meydan okumuyordu, sadece öfkeli bir şekilde “Hey!” diye bağırıyorlardı.
Sam yürümeye devam etti ve sonunda kendini küçük bir meydanda buldu. Orada, ortada arkaları Sam’e dönük bağrışan bir düzine adamdan oluşan bir halka vardı. Sam neye bağrıştıklarını görmek için kendine yol açarak oraya doğru yürüdü.
Halkanın ortasında, birbirlerini paramparça etmekte olan, her yanları kana bulanmış iki horoz vardı. Sam etrafa göz gezdirdi ve adamların elden ele geçirdikleri paralarla birbirleriyle bahse tutuşmakta olduklarını gördü. Horoz dövüşü. Dünyadaki en eski spor. Yüzyıllar geçmiş, ama aslında hiçbir şey değişmemişti.
Sam artık canına yettiğini hissetti. Gittikçe huzursuzlanmaya başlıyor ve bir kargaşa çıkarma ihtiyacı hissediyordu. Horoz dövüşü yapılan ringin ortasına, doğrudan o iki horoza doğru yürüdü. Oraya doğru yaklaştıkça kalabalık öfkeli bir bağırtı kopardı.
Sam onlara aldırmadı. Aksine uzandı, horozlardan birini boynundan yakalayıp yukarı kaldırdı ve başının üzerinde döndürdü. Bir çatırdama sesi geldi ve Sam elindeki horozun kendini bıraktığını hissetti, boynu kırılmıştı.
Sam uzadıklarını hissettiği dişlerini horozun karnına geçirdi ve açlıktan çıkmış gibi horozun kanını içine çekti. Kan dışarı taştı, Sam’in yüzüne bulandı ve yanaklarından aşağıya aktı. Sonunda, Sam tatmin olmamış bir halde horozu yere fırlattı. Diğer horoz olabildiğince hızlı kaçıyordu.
Şaşkınlık içindeki kalabalık Sam’e bakakalmıştı. Ama bunlar zalim, kaba tiplerdendi, kolayca uzaklaşabileceği insanlardan değildi. Kalabalıktakiler kaşlarını çatarak kavgaya hazırlandılar.
İçlerinden biri “Bütün eğlencemizi mahvettin,” diye atıldı.
Bir diğeri “Bedelini ödeyeceksin!” diye bağırdı.
Birçok iri yarı adam küçük hançerlerini çekip Sam’e doğrultarak üzerine saldırdılar.
Sam hiç yerinden kıpırdamadı. Bütün bunları ağır çekimde gerçekleşiyormuş gibi gördü. Sam’in refleksleri bunlardan bir milyon kez daha hızlıydı, tek yaptığı uzanmak, adamlardan birinin bileğini havada yakalayarak aynı hızla geriye doğru bükmek ve kolunu kırmak oldu. Ardından geriye çekildi ve adamın göğsüne bir tekme savurarak adamı geri, geldiği halkanın içine yolladı.
Adamlardan bir başkası yaklaşınca Sam öne atıldı ve adama doğru hücum etti. Adam yaklaşıp daha harekete geçemeden Sam dişlerini adamın boğazına sapladı. Derin derin adamın kanını içti, adam acı içinde çığlık atarken kanı her yere fışkırdı. Saniyeler içinde Sam adamın tüm kanını çekti ve adam bilinçsiz bir şekilde yere yığıldı.
Diğerleri dehşete kapılmış bir şekilde bakakaldılar. Sonunda bir canavarla karşı karşıya olduklarını fark etmiş olmalıydılar.
Sam onlara doğru bir adım attı ve hepsi dönüp son hızla kaçmaya başladı. Sinekler gibi gözden kayboldular ve birkaç saniye içinde Sam o meydanda kalan tek kişi oldu.
Sam hepsini alt etmişti ama bu onun için yeterli değildi. Kan hiçbir zaman yeterli gelmiyordu ve Sam öldürmek ve yok etmek için kıvranıp duruyordu. Bu şehirdeki herkesi öldürmek istiyordu. O zaman bile yeterli olmayacaktı. Doyumsuzluğu onu hiç durmamacasına devam etmeye itiyordu.
Sam kendini geriye verdi, yüzünü gökyüzüne çevirdi ve kükredi. Bu, sonunda bağını koparmış bir hayvanın çığlığıydı. Çektiği ıstırap havaya yükseldi ve Kudüs’ün taş duvarlarında yankılandı. Çığlığı çan seslerini bastırdı, dua edenlerin yakarışlarından, ağlamalarından daha da yüksekti. Kısa bir an çığlığı bütün şehre egemen olan duvarları sarstı— ve bir uçtan bir uca tüm şehir sakinleri durdu, dinledi ve korkmayı öğrendi.
İşte tam o anda aralarında bir canavarın bulunduğunu anlamışlardı.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Caitlin and Caleb, Nasıra’ya doğru dik dağ yamacından aşağıya doğru yürümeye başladılar. Yamaç kayalıktı ve her yanları toza bulanarak yürümekten çok kayarak aşağıya doğru gidiyorlardı. Onlar yürümeye devam ettikçe arazi değişmeye başladı, kayalıklar yerini küme küme yabani otlara, ara sıra görünen palmiye ağaçlarına ve ardından gerçek yemyeşil çimlere bıraktı. Sonunda kendilerini bir zeytinlikte buldular ve şehre doğru yürümeye devam ederken dizi dizi zeytin ağaçlarının arasından geçtiler.
Caitlin ağaçların dallarına yakından baktı ve güneşte binlerce küçük zeytinin parıldadığını görünce bunların güzellikleri karşısında büyülendi. Şehre yaklaştıkça ağaçlar daha verimli hale geliyordu. Caitlin aşağıya doğru göz gezdirdi ve geniş görüş açısı sağlayan bu noktadan vadiye ve şehre kuşbakışı baktı.
Kocaman vadilerin ortasında küçük bir köy yer alıyordu; Nasıra’ya şehir demek pek mümkün değildi. Yalnızca birkaç yüz sakini ve taştan yapılmış tek katlı birkaç dizi küçük yapısı bulunuyordu. Bu evlerden çoğu beyaz kireç taşından yapılmışa benziyordu ve Caitlin uzaklarda, köylülerin şehri çevreleyen devasa kireçtaşı ocaklarında durmadan çalıştıklarını görebiliyordu. Buradan bile çekiçlerin yumuşak vuruşlarını duyabiliyor ve kireçtaşı tozlarının havaya kalktığını görebiliyordu.
Nasıra şimdi bile eski görünen yaklaşık üç metre yüksekliğindeki basık ama yanlara doğru genişleyen taş duvarla örülüydü. Ortasında geniş, açık kemerli bir giriş vardı. Kapıda kimse nöbet tutmuyordu ve Caitlin de bunu yapmaları için bir neden göremiyordu; çünkü her şeye rağmen