Duncan kıpırdamaya çalışsa da çürümüş ve kanayan el ve ayak bileklerine batan prangalar izin vermiyordu. Fakat bunlar rahatsızlıklarının en azıydı. Tüm vücudu ağrıyor ve zonkluyordu. O kadar canı yanıyordu ki, en çok neresinin ağrıdığını kestirmekte zorlanıyordu. Sanki vücuduna binlerce kez gürzle vurulmuş, üzerinden bir atlı ordusu geçmiş gibi hissediyordu. Nefes almak acı veriyordu. Acıdan kurtulabilmek için başını salladı fakat hiçbir işe yaramadı.
Gözlerini kapatıp çatlamış dudaklarını yaladığında gözünün önünde aniden görüntüler belirdi. Pusu. Önceki gün mü gerçekleşmişti? Bir hafta önce mi? Artık hatırlayamıyordu. Sahte bir anlaşma sözüyle cezp olmuş, ihanete uğramış, etrafı sarılmıştı. Tarnis’e güvenmişti ve Tarnis de gözlerinin önünde öldürülmüştü.
Duncan adamlarının kendi emri üzerine silahları bırakışlarını, zapt edilişlerini ve en kötüsü de oğullarının öldürülüşlerini hatırladı.
Acı içinde bağırarak tekrar tekrar başını salladı; nafile bir şekilde kafasının içindeki görüntüleri silmeye çalışıyordu. Başının ellerinin arasına alıp, dirseklerini dizlerine dayayıp oturdu ve düşünceler içinde inildedi. Nasıl bu kadar aptal olabilmişti. Kavos kendisini uyarmıştı fakat o saf bir şekilde iyimse davranmış, bu sefer farklı olacağını, soyluların güvenilebilir olacaklarını düşünmüş, uyarılmaya ihtiyacı olmadığını sanmıştı. Ve adamlarını doğrudan tuzağın ortasına, yılanların inine götürmüştü.
Duncan bütün bunlar nedeniyle kendinden, kelimelerle ifade edemeyeceği kadar çok nefret etti. Tek pişmanlığı hala hayatta oluşu, orada oğullarıyla ve yüzüstü bıraktığı diğerleriyle birlikte ölmemiş oluşunaydı.
Ayak sesleri arttı ve Duncan gözlerini kısıp karanlığı taradı. Yavaş yavaş bir adamın silueti belirdi. Güneş ışığı demetini kapatıyordu. Birkaç metre yakınına gelip duruncaya kadar yaklaştı. Adamın yüzü seçilebilir olduğunda Duncan adamı tanıyıp sarsıldı. Adam aristokrat kıyafetleri içinde kolayca tanınabilirdi. Yüzünde Duncan’la krallık için rekabet ederken ve babasına ihanet etmeye çalışırken takındığı ifadenin aynısı vardı. Enis. Tarnis’in oğlu.
Enis Duncan’ın önünde diz çöktü, yüzünde kendini beğenmiş, muzaffer bir gülümseme vardı. Kaypak ve boş gözlerle bakarken, kulağındaki uzun, dik yara izi seçilebiliyordu. Duncan tiksindiğini, intikam ateşiyle yandığını hissetti. Yumruklarını sıktı, oğlanın üstüne atılmak, onu elleriyle parçalamak istiyordu. Oğullarının öldürülmesinin, adamlarının esir düşmesinin sorumlusu bu oğlandı. Prangalar bu oğlanı öldürmesiyle arasındaki tek engeldi.
“Ah şu demirler” dedi Enis gülümseyerek. “Tam burada önünde diz çökmüş duruyorum ve sen bana dokunamayacak kadar güçsüzsün.”
Duncan konuşabiliyor olmayı dileyerek oğlana baktı fakat cümle kurabilmek için hala çok bitkindi. Boğazı kurumuş, dudakları çatlamıştı ve enerjisini saklaması gerekiyordu. En son kaç gün önce su içtiğini, oraya atıldığından beri kaç gün geçtiğini merak etti. Bu çakal ise hiçbir şartta konuşulmaya değmezdi.
Enis oraya bir amaçla gelmişti; bir şey istediği çok açıktı. Duncan yanlış hayallere kapılacak değildi; bu oğlan her ne istiyorsa istesin, kendi idamının yaklaşıyor olduğunu biliyordu. Aslında bu da tam olarak istediği şeydi. Oğulları öldürülmüş, adamları esir alınmış haldeyken dünyada kendisini ilgilendiren hiçbir şey kalmamıştı. Suçluluğundan kaçışının başka yolu yoktu.
“Merak ediyorum” dedi Enis kendini beğenmiş ses tonuyla. “Nasıl bir his? Tanıdığın ve sevdiğin, sana güvenen herkese ihanet etmiş olmak nasıl hissettiriyor?”
Duncan içinde bir hiddet patlaması hissetti. Daha fazla sessiz kalamamıştı ve bir şekilde konuşacak gücü toplamıştı.
“Ben kimseye ihanet etmedim” dedi, sesi pürüzlü ve boğuktu.
“Öyle mi?” dedi Enis, bundan keyif aldığı belli oluyordu. “Sana güvenmişlerdi. Sen ise onları doğrudan pusunun içine çektin, teslim oldun. Ellerinde kalan son şeyi aldın: onur ve gururlarını.”
Duncan her nefesinde hiddetleniyordu.
“Liderler güvenmez” diye devam etti. “Liderler şüphe duyar. Onların görevi, adamlarının adına şüpheci olmaktır. Komutanlar adamlarını savaştan korur fakat liderler adamlarını aldatmacadan korur. Sen bir lider değilsin. Sen hepsini yüzüstü bıraktın.”
Duncan derin bir nefes aldı. Bir parçası, her ne kadar bundan nefret ediyor olsa da, istemeden de olsa Enis’e hak veriyordu. Adamlarını yüzüstü bırakmıştı ve bu hayatında yaşadığı en berbat histi.
“Bunun için mi buraya geldin?” dedi sonunda Duncan. “Aldatmacanın keyfini çıkartmak için mi?”
Oğlan, çirkin, şeytani bir gülüşle sırıttı.
“Sen artık benim konumsun” diye yanıtladı. “Ben yeni kralınım. İstediğim yere, istediğim sebeple, istediğim zaman gidebilirim, hatta hiçbir sebep olmadan da gidebilirim. Belki de burada, zindandan, perişan halde yatarken seni görmek hoşuma gidiyordur.”
Duncan nefes aldı. Her nefeste canı yanıyor, öfkesini güçlükle kontrol ediyordu. Bu oğlanı daha önce karşılaştığı herkesten çok daha kötü şekilde yaralamak istiyordu.
“Söylesene” dedi Duncan onu yaralamak isteyerek. “Kendi babanı öldürmek nasıl hissettirdi?”
Enis’in ifadesi sertleşmişti.
“Senin darağacında öldürülüşün seyrederken alacağım keyfin yarısı kadar bile değildi” dedi.
“Öyleyse şimdi yap” dedi Duncan gerçekten isteyerek.
Enis gülümsedi ve sonra başını salladı.
“Senin için o kadar kolay olmayacak” dedi. “Önce acı çekişini izleyeceğim. Önce çok sevdiğin ülkene neler yapıldığını görmeni istiyorum. Oğulların öldü. Komutanların öldü. Anvin ve Durge ve Güney Geçit’teki tüm adamların öldü. Milyonlarca Pandesialı ülkemizi işgal etti.”
Oğlanın sözleri Duncan’ın kalbinin sıkışmasına sebep oldu. Bir parçası bunların sadece bir numara olup olmadığını merak ederken, bir yandan da bunların doğru olduğunu hissediyordu. Her bir iddiayla yerin dibine daha da battığını hissediyordu.
“Tüm adamların esir alındı ve Ur denizden bombalanıyor. Gördüğün üzere, çok fena çuvalladın. Escalon daha önceki halinden çok daha beter durumda ve bunun için kendinden başka kimseyi suçlayamazsın.”
Duncan öfkeyle sarsıldı.
“Peki, sence” dedi Duncan “o büyük zalimin sana dönmesi ne kadar sürecek? Gerçekten Pandesia’nın gazabından kaçınabileceğini, ayrı tutulacağını mı sanıyorsun? Kral olmana izin verecekler mi sence? Babanın yönettiği gibi yönetmene izin verecekler mi?”
Enis kendinden emin bir şekilde genişçe gülümsedi.
“Ben vereceklerini biliyorum” dedi.
Daha sonra öne eğildi. O kadar yakındı ki, Duncan nefesinin kokusunu alabiliyordu.
“Gördüğün gibi onlara