Koştukları sırada, bir zamanlar çok sevdiği ve savunduğu bu harika şehrin parçalanıyor olduğunu görmek Duncan’ın canını acıttı. Escalon’un bir zamanlarda kalan ihtişamına bir daha asla dönemeyeceğini düşünmekten kendini alamadı. Anavatanı sonsuza dek yok ediliyordu.
Bir bağırış duyuldu ve Duncan omzunun üzerinden arkasına baktığında bir düzine Pandesia askerinin kendilerini fark etmiş olduğunu gördü. Askerler onların peşinden koşuyor ve git gide arayı kapatıyorlardı. Duncan onlarla savaşamayacaklarını ve onlardan hızla uzaklaşamayacaklarının farkındaydı. Şehrin çıkışı hala çok uzaktı ve zamanları tükenmek üzereydi.
O sırada büyük bir çarpma sesi duyuldu ve Duncan başını kaldırıp yukarı baktığında bir ejderhanın, kalenin çan kulesini pençeleriyle savurmuş olduğunu gördü.
“Dikkat edin!” diye bağırdı.
İleri atılıp Aidan ve diğerlerini, kuleden arta kalan parçalar üzerlerine inmeden hemen önce yoldan uzaklaştırdı. Devasa bir kaya bloğu tam arkasına, sağır edici bir çarpma sesiyle inip bir toz bulutu yükseltti.
Aidan şoke olmuş bir ifade ve minnettarlık dolu gözlerle babasına bakarken Duncan da hiç olmazsa oğlunun hayatını kurtarabilmiş olduğu için memnundu.
Duncan boğuk bağrışlar duydu ve arkasını dönüp baktığında moloz yığınının hiç olmazsa peşlerindeki askerlerin yolunu kapatmış olduğunu minnettarlıkla fark etti.
Koşmaya devam ettiler. Duncan devam etmekte zorlanıyordu. Hücreye kapatılmış oluşunun yarattığı zayıflık ve yaralar onu endişelendiriyordu. Hala doğru düzgün bir şey yememişti, yara bere içindeydi ve attığı her adım ona acı veriyordu. Fakat yine de kendini devam etmeye zorladı; hiçbir şey için olmasa bile oğlunun ve arkadaşlarının hayatta kalacaklarından emin olmak için buna mecburdu. Onları yüzüstü bırakamazdı.
Keskin bir dönüş yaptılar ve ikiye ayrılan bir yolun başına geldiler. Hepsi birden duraklayıp Motley’e bakmaya başladı.
“Bu şehirden çıkmamız gerekiyor!” diye bağırdı Cassandra Motley’e, kafasının karışmış olduğu belli oluyordu. “Ve sen nereye gittiğimizi bile bilmiyorsun!”
Motley açık bir şekilde dona kalmış halde önce soluna sonra da sağına baktı.
“Burada bir genelev olması lazım” dedi sağına bakarak. “Bizi şehrin arka tarafına çıkartacaktır.”
“Genelev mi?” dedi Cassandra sert bir şekilde. “Çok iyi arkadaşlıkların varmış.”
“Bizi buradan çıkarttığın sürece” diye ekledi Anvin, “kiminle arkadaşlık ettiğin umurumda değil.”
“Dua edelim de çıkışı kapatılmış olmasın” diye ekledi Aidan.
“Gidelim!” diye bağırdı Duncan.
Motley sağa dönüp, formdan düşmüş bir şekilde, soluk soluğa, yeniden koşmaya başladı.
Hepsi birden dönüp onu takip etmeye başladı. Bu harabeye dönmüş başkentin arka sokaklarında koşarken hepsi umudunu Motley’e bağlamıştı.
Tekrar tekrar döndüler ve nihayet alçak kemerli bir geçide geldiler. Hepsi eğilip altından geçtikten sonra, diğer tarafa ulaştıklarında Duncan yolun açık olduğunu görüp rahatladı. Uzakta Andros’un arka kapılarını ve kapıların ardında da açık arazi ve çölü görmek onu heyecanlandırdı. Kapıların hemen dışında, ölen sürücüleri tarafından terk edildikleri belli olan, düzinelerce Pandesia atı bağlı duruyordu.
Motley gülümsedi.
“Size demiştim” dedi.
Duncan hız kazanarak diğerleriyle birlikte koşarken, yeniden eski haline dönmeye başladığını hissediyordu ve içinde yeni bir umut havası oluşmuştu; fakat aniden ruhunu parçalayan bir çığlık sesi duyuldu.
Anında durdu ve dinledi.
“Durun!” diye bağırdı diğerlerine.
Hepsi birden durup sanki bir deliymiş gibi ona baktılar.
Duncan olduğu yerde durup bekledi. Acaba olabilir miydi? Kızının sesini duymuş olduğuna yemin edebilirdi. Kyra. Yoksa ona mı öyle geliyordu?
Elbette ona öyle gelmiş olmalıydı. Kızı nasıl olup da orada, Andros’ta olabilirdi? O çok uzakta, Escalon’un diğer ucunda, Ur Kulesi’nde sağlıklı ve güvendeydi.
Fakat yine de sesi duyduktan sonra oradan ayrılmayı istemiyordu.
Olduğu yerde donakalmış beklerken sesi tekrar duydu. Tüyleri diken diken oldu. Bu kez emindi. Bu Kyra’ydı.
“Kyra!” dedi yüksek sesle, gözleri büyümüştü.
Hiç düşünmeden sırtını diğerlerine ve çıkışa dönüp gerisin geriye yanmakta olan şehre doğru koşmaya başladı.
“Nereye gidiyorsun?” diye seslendi Motley onun arkasından.
“Kyra burada!” dedi Duncan koşarken. “Ve o tehlikede!”
“Delirdin mi?” dedi Motley ona yetişip kolunu yakalayarak. “Kesin bir ölüme doğru koşuyorsun!”
Fakat Duncan kararlı bir şekilde Motley’in elini itti ve koşmaya devam etti.
“Kesin bir ölüm” dedi “sevgili kızıma sırtımı dönmeme sebep olamaz.”
Duncan pasaja tek başına girip, ölüme, yanan şehre doğru hızla geri koşarken duraksamadı. Bunun ölmek demek olabileceğini biliyordu fakat umurunda değildi. Kyra’yı görebildiği sürece bunu sorun etmiyordu.
Kyra, diye düşündü. Bekle beni.
BÖLÜM BEŞ
Yüceler Yücesi ve Kutsal Ra, başkentte, Andros’un ortasındaki altın tahtında oturmuş, generalleri, köleleri ve ona tapınanlarla dolu salona bakarken, tatminsizlik içinde yanarak avuçlarını tahtın kolçaklarına sürtüyordu. Muzaffer ve doymuş hissetmesi gerektiğini biliyordu, sonuçta amacına ulaşmıştı. Sonuçta Escalon, dünya üstündeki direnişin son kalesi, tüm imparatorluğu içinde tamamen onun hâkimiyeti altında olmayan tek yerdi ve son birkaç günde Ra, güçlerini hayatının en muhteşem bozgunu boyunca liderlik etmeyi başarmıştı. Gözlerini kapattı ve gülümsedi, hiçbir engele takılmadan Güney Geçit’i yıkışı, Escalon’un güneyindeki tüm şehirleri yerle bir edişi ve kuzeye, başkente doğru ilerleyişinin görüntüleriyle keyiflenmişti. Bir zamanlar son derece güzel olan bu ülkenin artık dev bir mezarlığa dönmüş olduğunu hatırlayarak sırıttı.
Kuzeyde de, Escalon’un durumunun çok farklı olmadığını biliyordu. Donanması muhteşem Ur şehrini sular altında bırakmış, şehrin ihtişamını yalnızca anılarda bırakmıştı. Doğu kıyısında donanması Gözyaşı Denizi’nin kontrolünü ele geçirmiş ve Esephus’tan başlayarak tüm kıyı şehirlerini yok etmişti. Escalon’un neredeyse tek bir santimi bile ellerinden kurtulamamıştı.
En önemlisi de, Escalon’un en çok meydan okuyan komutanı, başkaldırının elebaşı Duncan, Ra’nın tutsağı olarak bir hücrede tutuluyordu. Aslında Ra pencereden dışarı bakıp doğan güneşi izlerken, Duncan’ı şahsen darağacına götürecek olma fikriyle heyecandan yerinde duramayacak gibiydi. İpini bizzat kendisi çekecek ve onun ölüşünü izleyecekti. Bu düşünce onu gülümsetti. O gün harika bir gün olacaktı.
Ra’nın zaferi her açıdan tamamlanmış olmasına karşın hala kendini doymuş hissetmiyordu. Oturduğu yerde, içindeki bu tatminsizlik duygusunu anlamaya çalışarak içine baktı.