KALENIN BAKIR KALBI
ROBOTUM ZEYTİN
SINAV BİTTİ ELLER HAVAYA
GİZEMLİ E-POSTA
“İnsanın yaptığı iş kalbinde atar!”
diyen babam Hüseyin Çetin’e…
Kalenin Bakır Kalbi’ni sizlerle buluşturan Altın Çocuk Kitapları’na, Erden Heper’e, Batu Bozkurt’a; hazırlık sürecinde en iyisi için emek veren başta Hülya Şat olmak üzere Ayşegül Uçan’a; resimleyen Gülşah Irmak’a ve kapak tasarımı için Seda Kayrancıoğlu’na, sayfa düzenin de Lale Göktürk’e; kitabı daha çok okura ulaştırmaya çalışan Mustafa Özkan’a, Hüseyin Saygı ve Çağrı Kurnaz’a; fuarlarda desteğini esirgemeyen Çağatay Mestav’a; yazılarımın, hayallerimin ve tüm heyecanlarımın destekçisi eşim Gökhan Bayram’a teşekkürlerimle…
Pamuk Kayboldu?
O gün diğer günlerden farklı bir gündü. Farklı olmasına sebep olan iki şey vardı. Birisi Pamuk, diğeri de Tahsin amcanın sürpriziydi. Tahsin amca ve Pamuk kim mi? Sürpriz ne mi? Biraz sabırlı olun, hepsini anlatacağım.
Aslında sabah uyandığımızda her şey aynı başlamıştı. Yaz gelmişti ve gökyüzünde güneş ışıl ışıl parlıyordu. Dedemle hazırlanıp dükkânın yolunu tutmuştuk. Kalenin dik yokuşlarında yürürken gözlerim Pamuk’u arıyordu. Pamuk, yani benim kedim. Öyle yapardı; o dik Koyunpazarı yokuşundan çıkarken Pamuk bir yerlerden gelirdi. Etrafımda dolanır, miyavlardı. Karnı acıkmış olur, dört gözle ona vereceğim mamayı beklerdi.
Yokuşu çıkarken etrafa dikkatlice baktım; yoktu! Belki de yine dükkânın civarında beni bekliyordu. Bazen öyle olurdu.
Yokuşun sonuna doğru varınca bizim sokağa yani sol tarafa saptık. Sapar sapmaz da o sesler gelmeye başladı. “Tak tak tak…” Bu sesler ne miydi? Hepsini anlatacağım. Biraz sabırlı olmalısınız.
Dedem sokaktaki arkadaşlarına, “Günaydın.” diye seslendi. Her biri yaptığı işi bırakıp dedeme cevap verdi.
Kahveci Mahmut amca, “Kemal usta günaydın.”
Baharatçı Bayram amca, “Oooo hoş geldin Kemal usta, günaydın.”
Bakırcı Sülo abi, “Canım ustam hoş gelmiş, günaydın.”
Örgücü Sevinç abla, “Ooo kimler gelmiş, Kemal abi günaydın.” dedi. Diğer bakırcı ustaları, sokaktaki çocuklar… Onlar sırayla dedemi selamlarken ben de keyifle gülümserdim. İçimden bir oyun düşünürdüm. Dedem kalenin komutanı, ben de onun torunuydum. İkimizin de üzerinde eski zaman kıyafetleri vardı. Dedemin üzerinde kocaman zırhı, ayaklarında demirden çizmeleri, belinde kılıcı ve sırtında kırmızı bir pelerini olurdu. Benim de tıpkı dedem gibi zırhım ve pelerinim… Biz kale mahallesinde dükkânımıza giderken herkes selama dururdu. Hatta Pamuk bile…
Aklımdan geçen oyun böyle olsa da gerçekler farklıydı. Sadece sokaktaki büyükler değil, sokağa gelip giden, kale Mahallesi’nde oturan çocuklar da dedemi çok severdi. Onu görünce neşelenir, konuşmak isterlerdi. Her sabah, daha sokağın başında görünür görünmez hepsi bizi selamlardı. Yani ben, kale komutanı olarak düşünsem de, onlar dedemi çok sevdikleri için böyle davranırlardı. Pamuk için de… Yani Pamuk da dedem komutan olduğu için değil, bizi, beni çok sevdiği için yolumuzu bekler, karşılardı. Ama o gün…
O gün de diğer günler gibi dedem herkesle selamlaştıktan sonra dükkânın önüne geldi. “Tak tak tak…” sesleri yine duyulmaya başlamıştı. Benimse gözlerim durmadan Pamuk’u arıyordu. Dükkânımız, girdiğimiz sokaktan sola sapınca ikinci dükkândı. Bizim dükkânın önünden devam edince yol sola doğru kıvrılırdı. Pamuk’u göremeyince koşarak o yana baktım. Yoktu!
Dedem her zamanki sabah hazırlıklarını yapmaya başladı. Önce dükkânın demir kapısını sonra da iç taraftaki camlı kapıyı açtı. Eski radyonun düğmesini çevirdi. Bir kadın şarkı söylemeye başladı. İçeriden bir kova suyla maşrapa getirdi. Dükkânın hem içini hem önünü suladı, süpürdü. Toz bezini aldı; vitrini, dükkânın içindeki rafları, bakır şekerlik, sürahi, tabak, güğüm… Tüm bakırların, her yerin tozunu aldı. O bütün bunları yaparken ben yine Pamuk’u aradım. Hiçbir yerde yoktu ve her taraftan, “tak tak tak…” sesleri duyuluyordu.
Dedem işlerini bitirince dükkâna girdi. Hasır taburelerden birini ortaya çekti. Üstüne bakır siniyi koydu. Küçük buzdolabından peynir, zeytin, domates, biber, salatalık çıkardı. Pastaneden aldığımız simitleri de yanına koydu sonra da Kahveci Mahmut amcaya seslendi.
“Bana demli bir çay, Işıl’a da meyve suyu!” Sonra bana döndü. “Neli içersin meyve suyunu? Hadi Mahmut amcana git de söyle!” dedi.
Kaldırımın kenarına oturmuş etrafa bakınıyordum. “Ben içmeyeceğim hiçbir şey.” deyip omuzlarımı silktim.
“Ne o, canın mı sıkıldı senin?” diye sordu.
“Pamuk yok, her yana baktım!” dedim.
Dedem gülümseyerek, “Canım kedi bu, gitmiştir bir yerlere. Çıkar gelir birazdan. Gel buraya kahvaltı yapacağız.” dedi.
Ben başımı iki elimin arasına koyup etrafa bakmaya devam ettim. En sonunda ayağa kalktım. Böyle olmazdı. Pamuk’u bulmalıydım. Koşarak sokaktaki dükkânlara sordum.
“Pamuk’u gördünüz mü?” diye. Hepsi de görmediklerini söyledi. Öff Pamuk nereye gittin? Hızla diğer sokakları da kontrol ettim. Pamuk’un gidebileceği her yere baktım. Hiçbir yerde yoktu. Kalenin iç tarafına girdim. Orada da yoktu. Sokağın en sonunda bir konak vardı. Konağı restoran olarak kullanıyorlardı. Kocaman bahçesi, içinde de çeşit çeşit antika eşyalar vardı. Pamuk bazen buraya gelirdi. Bahçesinde gölge bir yer bulur, çiçeklerin arasında uyurdu.
Konağın içine girdim. Orada çalışan garsona Pamuk’u sordum.
“Sabah buradaydı.” dedi. Heyecanla yüzüne baktım. “Sonra kalenin yukarısına, arka mahallenin o taraflara doğru gitti. Ama merak etme, sen git dedenin dükkânında bekle. Nasıl olsa gelir.” dedi.
Benim gözüm yolda arka mahallenin içine gidecek gibi bakarken, “Oralara sakın tek başına gitme. Önce dedene söyle.” dedi. Çaresiz arkama baka baka dükkâna döndüm.
Dedem, “Nereye kayboldun öyle Işıl? Merak ettim seni.” dedi.
“Pamuğu aramaya çıktım. Hiçbir yerde yok.” dedim.
Kahvaltısını yapmamış beni bekliyordu. Kaldırımın kenarına oturup düşünmeye başladım. Neredeydi bu Pamuk?
Dedem, “Gel hadi!” deyip duruyordu. Bir taraftan sokakta, “tak tak tak…” sesleri.
Sülo abi gülümseyerek geldi. “Ne o, küçük cadının canı mı sıkkın?” diye sordu. Yüzüm asık olduğunda ya da kızgın olduğumda bana hep böyle söylerdi. Sülo abi biraz tombul, göbekli ve hep gülen biriydi. Kemal dedem gibi bakırcı ustasıydı, ama dedem için büyük usta derdi.
Beni çok severdi. Dedem gibi neşeli olduğumu söylerdi. Ben neşelenince sokaktakiler de neşelenir, mutlu olurmuş. Ama yüzüm asılınca ya da kızgınken küçük bir cadıya benziyormuşum. Mutsuz olduğumda ise işi gücü bırakıp beni mutlu etmek isterlermiş. Ben mutlu olmadan hiçbiri rahat etmezmiş. Sokaktan yükselen, “tak tak tak…” sesleri gibi bu sokağın en neşeli seslerinden birisin, derdi.
Sülo abi doğru söylüyordu. Kendimi bildim bileli bir dedemin, bir de bu sokağın bir tanesiydim. Beni önemserlerdi. Hatta sokağa gelen diğer çocuklar beni hep kıskanırdı. “Seni çok seviyorlar, sen ne istersen yapıyorlar, bize de durmadan kızıyorlar…” derlerdi. Aslında onlara da pek kızmazlardı, ama beni el üstünde tuttukları doğruydu.
Bir seferinde İbo darbukasıyla geldi. Zeynep de melodikasını getirdi. İbo benden bir yaş büyüktü. On yaşındaydı. Zeynep, İbo’nun kardeşi, benimle yaşıt, dokuz