Son derece sert olan bu “sinirleri güçlendirme” sistemi günümüz pedagoglarını korkutup bu uygulamanın çocukları küçük yaşta gaddarlaştırıp yüreklerindeki merhamet duygusunu kökünden yok edip etmediğine dair onları şüpheye düşürüyor olabilir. Gelin, Buşido’nun Mertlik üzerine diğer görüşlerini ele alalım.
Mertliğin ruhani yönü dinginlikle ve zihnin sakinliğiyle açığa çıkar. Sükûnet görünmez cesarettir. Kahramanca eylemler Mertliğin dinamik bir göstergesiyken, sükûnet statiktir. Gerçekten cesur bir erkek her daim dingindir, asla gafil avlanmaz, hiçbir şey onun soğukkanlı yapısını bozamaz. Savaşın en sıcak anlarında bile sakin kalır, bir felaketin ortasında bile mantıklı kararlar verir. Depremlerden etkilenmez, fırtınalara gülüp geçer. Tehlike ya da ölüm karşısında soğukkanlılığını koruyan, yaklaşmakta olan felaketleri beklerken şiir yazıp ölüm anında türküler mırıldanabilen bu yüce adama gerçekten büyük saygı duyarız. Şiir yazarken yahut türkü söylerken herhangi bir tereddüt ifadesine yer vermeyen bu vurdumduymazlık, dolup taşmanın aksine her zaman için yeni şeylere yeri olan, geniş akıl (yoyū) adını verdiğimiz yüce bir kişiliğin mutlak belirtisi olarak görülür.
Tarihte gerçekten yaşanmış olarak kabul ettiğimiz bir hikâyeye göre, Tokyo kalesinin yüce mimarı Ōta Dokan bir mızrakla vurulduğunda katili, kurbanının şiir tutkusu olduğunu bildiği için saldırırken şu dizeleri söyler:
“Ah! Böyle anlarda yüreğimiz
Nasıl da görmek ister bir hayat ışığı;”
Bunun üzerine ölmekte olan kahraman, bedenindeki ölümcül yaradan zerre korkmadan şöyle der:
“Ancak savaş zamanı öğrenebilmişti
Hayata kaygısızca bakmayı.”
Cesur bir insanın kişiliğinde neşeli bir taraf da vardır. Sıradan insanların ciddiyetle baktığı şeyler bu yiğitler için bir oyundan ibaret olabilir. Bu yüzden eski savaşlarda tarafların hazırcevap sözlerle atışması ya da retorik bir tartışmaya başlaması gayet sık rastlanan bir şeydi. Savaş sadece bir kaba kuvvet meselesi değil, entelektüel bir çarpışmaydı da.
On birinci yüzyılın sonlarında Koromo Nehri kıyısında yapılan savaş da böyleydi. Doğu ordusu bozguna uğratıldı ve liderleri Sadato kaçmaya çalıştı. Peşindeki komutan onu iyiden iyiye sıkıştırıp şöyle bağırdı: “Bir savaşçının düşmanına sırtını dönmesi ne utanç verici.” Bunun üzerine Sadato atını durdurdu ve bu galip komutan doğaçlama şu dizeyi okudu:
“Lime lime olmuş üniformanın çözgüsü” (koromo).
Sözler komutanın dudaklarından dökülür dökülmez mağlup savaşçı korkusuz bir şekilde dönüp şöyle devam ettirdi dizeyi:
“Yıllarca giyilmektendir bu çözgünün aşınması.”
Tüm bu süre boyunca yayı gergin bekleyen Yoshiie aniden yayını gevşetip arkasını döndü ve müstakbel kurbanını kendi hâline bırakıp uzaklaştı. Bu tuhaf tavrının sebebi sorulduğunda ise düşmanı tarafından kıyasıya kovalanırken bir yandan da soğukkanlılığını böyle koruyan birini mahcup edemeyeceğini söyledi.
Brütüs’ün ölümünden sonra Antony ve Octavius’un hissettiği acı cesur adamların çoğunlukla tecrübe ettiği bir histir. Shingen’le on dört yıl boyunca savaşmış olan Kenshin onun öldüğünü öğrendiğinde “en iyi düşmanını” kaybettiği için hüngür hüngür ağlamıştır. Aynı Kenshin, toprakları denizden çok uzaktaki dağlık bölgede bulunan, bu yüzden de tuz için Tokaido’nun Hōjō bölgelerine muhtaç olan Shingen için yaptıklarıyla hayatı boyunca insanlara iyi örnek olmuştur. Açıkça savaş başlatmasa da onu güçsüz bırakmak isteyen Hōjō prensi Shingen’in bu değerli ürünle yaptığı bütün ticareti engelledi. Düşmanının içinde bulunduğu bu zor durumu duyan ve tuzunu kendi bölgesindeki kıyı şeritlerden çıkaran Kenshin, Shingen’e bir mektup yazarak fikrince Hōjō hükümdarının çok alçakça bir şey yaptığını, Shingen ve kendisinin (Kenshin) savaşta olmasına rağmen Shingen’e bol miktarda tuz götürmeleri için tebaalarına emir verdiğini söyleyip şöyle devam eder: “Ben tuzla değil, kılıçla savaşırım;” bu söz Camillus’un “Biz Romalılar altınla değil demirle savaşırız,” sözüne oldukça benzemektedir. Nietzsche samurayların vicdanından bahsederken şöyle der: “Düşmanınızın başarısından gurur duymalısınız çünkü onun başarısı sizin de başarınızdır.” Aslında mertlik ve onur gereği savaş zamanı düşman kalırken barış zamanı dost olmaya layık olduğumuzu göstermemiz gerekir.
İyilik, Endişe
Mertlik bu yüceliğe eriştiğinde başkalarına karşı iyilik, endişe, sevgi, cömertlik, şefkat ve merhamet gibi hisler beslememizi sağlar; bu hisler insan ruhuna atfedilen tüm nitelikler arasındaki en yüce, en üstün erdemler olarak kabul edilirdi. İyiliğin asil bir erdem olarak görülmesi iki yönlüydü, hem soylu bir kişiliğin çeşitli nitelikleri arasında bulunan hem de bilhassa soylu bir uğraşa yakışan bir asillikti bu. Merhametin tahtta oturanlardan daha iyi bir hükümdar olduğunu, saltanat sürenlerden daha yüce bir konumda olduğunu anlamamız için Shakespeare’e gerek yok; gerçi bizim de belki dünyanın geri kalanı gibi onun bunu dile getirmesine ihtiyacımız vardı. Konfüçyüs de Mensiyüs de sık sık insanlara hükmedecek kişinin sahip olması gereken en yüce niteliğin iyilik olduğunu söylemiştir. Şöyle der Konfüçyüs: “Bir prensin etrafına yalnızca erdem yayması yeterlidir, böylece insanlar onun izinden gider, insanlar izinden gittikçe prens toprak kazanır, toprak kazandıkça zenginleşir, bu zenginlik de doğru işler yapabilmesini sağlar. Erdem tüm bunların kökü, zenginlik ise meyvesidir.” Bir başka sözü de şöyledir: “Tarihte iyiliği önemseyen bir hükümdara asla rastlanmaz ancak dürüstlüğe öncelik veren halklar görmek her zaman mümkündür.” Mensiyüs, Konfüçyüs’ün izinden giderek şöyle söyler: “En üst düzeyde yetkiyi tek elde toplamış, iyilikten bihaber insanların tarihte örnekleri vardır ama koca bir imparatorluğun bu erdemden yoksun bir kişinin eline düştüğünü hiç duymadım.” Şöyle bir sözü de vardır: “Hiç kimse bütün kalbiyle kendini halkına adamadan hükümdar olamaz.” Konfüçyüs de Mensiyüs de bir hükümdardan beklenen olmazsa olmaz niteliği şöyle tanımlar: “İyilik İnsanoğlunun kendisidir.” Çarpıtılıp kolaylıkla militarizme dönüşebilecek olan feodal rejimde İyilik sayesinde en alçak despotluklardan kurtulduk. Yönetilenlerin kendi hayatlarını koşulsuz bir şekilde teslim etmesi yönetenleri yalnızca bencilliğe yönlendirirdi, bu da sanki batı tarihinde hiç despotluk yokmuş gibi sık sık “doğu despotizmi” olarak adlandırılan mutlakiyetçiliğin