Raffaello. Roma’da Bir Ressam
Stephanie Storey, Yağ ve Mermer’in yazarıdır. Bu kitap şimdiye dek altı dile çevrilmiştir ve Pioneer Pictures tarafından uzun metrajlı bir film uyarlaması üzerinde çalışılmaktadır. Storey aynı zamanda ABC’de yayımlanan The Alec Baldwin Show, CBS’teki The Arsenio Hall Show ve Sundance’te yayımlanan Emmy adayı The Writers’ Room’un yapımcısıdır. Roman yazmadığı veya televizyon yapımcılığıyla uğraşmadığı zamanlarda, genellikle bir sonraki hikâyesini aramak için aktör ve Emmy ödüllü bir komedi yazarı olan kocasıyla dünyayı dolaşmaktadır.
Selin Saraçoğlu Bayraklı 1986 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Fransızca Öğretmenliği bölümünü, ardından da Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Çeviribilim programındaki yüksek lisansını 2017 yılında tamamladı. 2015’ten bu yana çevirmenlik ve editörlük yapmaktadır.
Uçurtmanın iplerini daima tuttukları için annem ve babam Kathy ve Steve Storey’ye ithaf edilmiştir.
Yazarın Notu
Bu kitap kurmaca olsa da anlattığım hikâye Rönesans sanatına ve Sistine tavanını resimlediği yıllarda Michelangelo’nun en zorlu rakibi olan Urbinolu Raffaello Sanzio’nun1 gerçek hayatına dair onlarca yıllık araştırmaya dayanıyor.
Bahsi geçen resimlere ve diğer sanat eserlerine bakabilmeniz için bu romanı bilgisayarınız, tabletiniz veya akıllı telefonunuz yanınızdayken okumanızı tavsiye ederim. Kitabın size yaşatacağı deneyim görsellerle desteklendiğinde kat kat artacaktır. Metinde geçen sanatçı adlarını, eser adlarını veya kısa açıklamaları hızlıca Google’da arayarak doğru resme ulaşabilirsiniz. Bu romanın kapağında gördüğünüz resim, Raffaello’nun, Agostino Chigi’nin bugün Villa Farnesina olarak bilinen sarayına resmettiği Galatea’nın Zaferi freskidir.
Önsöz
Neden kahraman hep Michelangelo oluyor?
Sağı solu belli olmayan bir papa tarafından değerli mermerini bırakıp sefil bir tavanı boyamaya mecbur edilen, fresk sanatında eğitim dahi almamış bir heykeltıraş, ilahi bir başyapıt ortaya koymak için mücadele eder, ıstırabın ve engellerin üstesinden gelir…
Sì certo,2 hikâyeden etkilendiniz. Ben de etkilendim.
Ama o tavandaki resimleri sırtüstü yatarak yaptığına gerçekten inanmıyorsunuz, değil mi? Vücudu tavana sadece bir kol boyu uzaklıktayken, boyayı bulaştırmadan nasıl girip çıkabiliyordu? Orada nasıl hareket ediyordu? Kürek kemikleri ve kalçasının üzerinde kıvrılarak mı? Belki bir ya da iki kez, özellikle de dik bir köşeyi boyarken birkaç dakikalığına sırtüstü yatmaktan başka çaresi olmamıştır ama haydi gelin bu efsaneyi artık tarihe gömelim: Michelangelo – tıpkı geri kalanımız gibi – resmini yaparken ayakta duruyordu. Bana inanmıyor musunuz? Öyleyse kendi çizimlerine bakın.
Kendisini o tavanı boyarken gösteren bazı resimler de çizmişti: Başı geriye yatık, kolu yukarı uzanmış halde ve ayaklarının üzerinde duruyor. Yani hayır, Michelangelo inatçı bir papa tarafından sırtüstü yatarak tavanı boyamaya mecbur bırakılmış, boyun eğdirilmiş bir kahraman değildi.
Bu hikâye yüzünden ona kızmıyorum. Keşke benim aklıma gelseydi diyorum sadece.
Ve bana, resim yapmaktan nefret ettiğine inanmadığınızı söyleyin, per favore.3 Evet, bu yalanı İznik Simgesi4 gibi tekrarlayıp duruyor ama böyle yapması sözlerini doğru kılmıyor. Hiç mermer oymadığı, Sistine’de sadece resim yaptığı o dört yıl boyunca hâlâ mektuplarını “Michelangelo, Roma’da bir heykeltıraş” diye imzalamakta ısrar ediyordu; resim yapmaktan fena halde nefret ediyor ve kendine ressam diyemiyormuş gibi. Ama sessiz bir salı sabahında Sistine’e girip o renklere baktığınız oldu mu hiç? Yüce Meryem, ah o renkler! Siz de gözyaşlarına boğuldunuz mu? Şimdi bana, resim yapmaktan nefret eden birinin böyle bir resim yapabileceğini söyleyin bakalım. Çocuklarınıza da bunu mu öğütlüyorsunuz? Nefret ettiğin bir şey bul, kendini zorla ve ecco!5 Bir başyapıt!
İnsanların hakkımda ne söylediğini biliyorum. Urbinolu Raffaello Sanzio’nun ideal bir saray adamı olduğunu söylüyorlar: kibar, cömert, mütevazı. Öyle mutlu bir yaradılışım varmış ki beni hiçbir şey rahatsız etmezmiş, öyle diyorlar. İyi görünüşümün, içimdeki güzelliğin yansıması olduğunu söylüyorlar. Yeteneğim sayesinde çok çaba sarf etmeme gerek kalmadığını, zaten hiçbir şey için çaba sarf etmeme gerek olmadığını söylüyorlar. Ama sırf rolümü iyi oynuyorum diye insanlığımı elimden almayın. Bahse girerim ki aynısını siz de yapıyor, bazen kötü hissettiğinizde bile gülümsüyorsunuzdur; bu temel insani becerinin bende de olmasını yadırgamayın. Gerçek hayatta kimse benim görünmeye çalıştığım kadar cömert, sadık ve çekici olamaz. Hiç kimse…
Beni, tıpkı onun tarif ettiği gibi hayal ediyorsunuz, değil mi? Tabii hayal ediyorsanız yani. Arka planda kalmış, unutulması da yenilmesi de kolay bir rakip. O yıllara dönüp bakınca ben de olayları kafamda onun anlattığı gibi canlandırıyorum; o merkezde, bense köşede bir yerdeyim.
Maria Vergine,6 bunun sorumlusu da benim değil mi? Michelangelo’nun tek yaptığı, kendisini hikâyesinin kahramanı yapmak – bunun için onu suçlayabilir miyim – peki neden ben de onu hikâyemin kahramanı yapmakta bu kadar ısrar ediyorum? Ben söylemezsem, başka birinin çıkıp tarihin en büyük ressamı olduğumu söylemesini nasıl bekleyebilirim? Kahraman olacağım bir versiyon var mı? Yoksa her seferinde o mu galip geliyor?
I. Bölüm
Michelangelo’yu ilk gördüğümde, gerçi onu gördüğümü hiç hatırlamıyorum ama birbirimizi gördüğümüze yeminler ediyor, bu konuyu o kadar çok tartıştık ki artık daha fazla tartışmak istemiyorum. Bu yüzden bana bir iyilik yapmak isterseniz, birazdan anlatacağım olayın bir yerine onun yüzünü ekleyin ve fırsatınız olursa, onu hatırladığımı da kendisine söyleyin. Ama esasen benim o geceden net olarak hatırladığım tek yüz, ateşe atılmış portredeki kadının yüzü.
Profilden resmedilmiş kadının dalgalı koyu sarı saçları, mavi kurdelelerle bağlanmıştı. Elbisesi opal taşının renklerindeydi; çivit mavisi ve kırmızı aşıboyası dokunuşlarıyla yumuşatılmış kireç beyazı. Gençti, çekiciydi ve çok zarifti. “Bu bir Botticelli tablosu mu?” diye sordum.
“Andiamo,”7 dedi Perugino, sesi korkudan öyle kalınlaşmıştı ki simsiyaha boyayabileceğim bir duvara dönüşmüştü sanki.
“Neden yakıyorlar?”
“Hemen. Hemen gitmek zorundayız.”
“Onu kurtaracağım.” Kolumu çektim ve kalabalığın arasından sıyrıldım. Henüz on dört yaşındaydım ama bir şeyi bir kez yok ettikten sonra geri getirmenin bir yolu olmadığını çoktan öğrenmiştim.
O gece Floransa’daki Piazza della Signoria kalabalıktı. Ateşe yaklaştığımda, cıva sülfürün kıvılcımlarıyla sararan alevlerin, gece karanlığında oluşturduğu şeytani halenin en tepesini görebilmek için kendimi zorlamam gerekti. Bir dizi erkek ve kadın, kucak dolusu bir şeyle – neydi onlar? – ateşe yaklaştılar. Ortalık öyle dumanlıydı ki iyi göremiyordum ama alevlere yaklaştıklarında, ateşe lavta fırlatan adamı, iskambil destesi atan çocuğu ve bir yığın işlemeli yün elbise bırakan kadını gördüm; kış geldiğinde ısınmak için ne giyecekti acaba? Kurbanlarını verdikten sonra dizlerinin üstüne çöktüler, kollarını kaldırdılar ve seslerini de ateşe atabileceklermiş gibi – o nasıl