Ben adamla kadına bakıyorum. O önüne. Birbirini hiç tanımayan iki insandan daha suskunuz. Araç akışı seyreldiğinde telaşsız adımlarla karşı kaldırıma geçti köpek. Kadın arabaya tekrar bindi. Basıp gittiler.
Caddenin kenarında duruyorduk. Boş boş.
Neyi beklediğimizi bilmiyorum. Birden elini kaldırdı.
İlk taksi boştu, durdu.
Köpek yolun karşısından bize bakıyor.
Taksinin kapısını açıp eliyle içeriyi gösterdi, yüzüme bakmadan.
“Hanımefendi Ortaköy’e gidecek kaptan,” dedi eliyle kaputa vurup, “devam et.”
Live is Life
Gelen yolcu kapısında göründüğünde huzursuz bir bakışla etrafı süzdü önce. İçinde kaybolduğum cuma kalabalığı arasında tuttuğum Opus posterini havaya kaldırdım, yüzüm karşıdan tam görünmüyor. Fark ettiği anda dudak kıvrımında hafif bir tebessüm belirdi. Yaklaşırken kollarını kocaman açıp yanıma geldiğinde sırtımda sımsıkı kenetledi. Bir süre öylece durduk. Başını geriye attı, “Dur bir bakayım sana,” dedi, “hiç değişmemişsin.” “Sen de,” dedim, nezaketen. Son gördüğümden çok farklıydı hali. Gözlerinin çukuruna çökmüş uykusuzluk izini lise yıllarından tanıyorum. Erken derinleşmiş çizgileri alnında yastık izi gibi belirginleşmiş. İri dalgalı, yazları güneşte kendiliğinden açılan ışıltılı kumral saçları küllenmiş, yüzü solgun görünüyor. Bulunduğumuz noktadan gözün uzandığı alanda kırkını devirmiş botokssuz son iki numune olabiliriz. Yaşlanabilmek bir an ayrıcalık gibi geliyor.
Arabaya doğru yürüyoruz. Sırtında küçük bir çanta var, uzun kalma planı yok, belli. Neden geldiğini bilmiyorum. İki düğün bir cenaze dışında günübirlik iş seyahatlerine sıkışan ayaküstü buluşmaları saymazsak yıllardır uzun boylu görüşmedik.
Havalimanı gibi bir yerde, kapıya paralel şeritte, dörtlüleri yanıp sönen bir aracın sileceğini kaldırma motivasyonunun sahibini bulmak istiyorum arabaya vardığımızda. “Boş ver,” dedi Eda. “Emekli albay hobisi, babam bile çıkabilir.” TEM’de işkence saati şimdiden başlamamış olsa uğraşmaya değer.
Koltuğa yerleştiği gibi gezinmeye başladı radyo kanalları arasında. Epeyce dolandı. Seksenlerden bir parçada durdu sonunda.
“Çok gittin.”
“Orası kaldığım yer.”
Taş çatlasa klimanın icadına kadar geriye giderim ben. Hava cehennem provası gibi.
Müzik dinliyoruz, pek konuşmadan. Parçalara mırıltı halinde eşlik ediyor. Şaşırıyorum hepsini hatırlamasına. Bozana kadar belki yüz kere başa sarıp birlikte dinlediğimiz kasetler dahil, ezberimde yaşayan şarkı yok.
Sormak son sapakta aklıma geliyor.
“Eve geçmeden Yeşilköy’de bir bira atalım mı? Yorgun değilsen.”
“Ankaralının sahil teklifini geri çevirdiği nerede görülmüş.”
Denize kırdık rotayı.
Vardığımızda bir süre dolanıp arabaya yer arıyoruz.
Anayolu kesen mıcırlı sokakta bulduğumuz daracık boşluğa girmeye çalışıyorum. Korna sesi gecikmedi.
Arabanın burnunu boşluğa sokup arkada hevesle biriken beş araca gönülsüz teslimiyetle yol verdim. Sokaktan geçen bir adam durup bize bakmaya başladı. Birazdan, yardım edeyim mi diyecek, delireceğim. Ter basıyor avucumu. Yapamıyorum. “Bana bırak,” dedi Eda. İzlenmekten nefret ettiğimi biliyor. Yer değiştirdik. Tek manevrayla ortaladı boşluğu. Duvarla ayna arasındaki mesafe parmak kalınlığını geçmez. İndiğimizde reverans yapıyorum. “Evlen benimle!” Gülümsüyor. Adamın gözü hâlâ bizde. Envanterden bir geleneksel üstünlük kaydı, iki de kadın düştü, acısı büyük.
Yürümeye başladık.
Yosun kokusu yükseliyor denize yaklaştıkça. Oturmak için ev arayan biri gibi dikkatlice bakınıyor yola, evlerin pencerelerine, gelip geçen insanlara. Belirli bir yeri arar gibi.
“Ne kadar değişmiş her şey.”
İlk gördüğümüz yere oturduk. Birer birayla atıştırmalık söyledik. Light istedik ikimiz de.
“Bunlar hep yaşlanma belirtisi bak,” dedim. Eksik bir tebessüm belirip kayboluyor yüzünde.
Etrafta daha hava kararmadan çakırkeyif olmuş insanlar var. İkimizin de gözü aynı anda çaprazımızdaki masada oturan adamlara takılıyor. Alıp sattıklarını konuşuyorlar bağıra bağıra. Borsadan hepsi irili ufaklı vurmuş bu hafta. Ortadaki, karikatürlerdeki gibi kel, göbekli olan yüzde yüz patron. İş yapacak insan bulamamaktan yakınıyor. Gözü dört dönüyor bu arada. Boşluk bulsa kartviziti masaya yapıştırır. Eda’nın yüzünde tiksinmeyle bıkkınlık arası bir ifade belirdi. Sandalyesini masaya biraz daha yaklaştırınca ben de kendiminkini ona doğru kaydırdım. Çok yakınız.
“Selim ne yapıyor?”
“Evlendi geçen ay.”
Üzgün gibi değil bunu söylerken. Konuyu değiştirmem gerektiğini düşündüm yine de.
“Kongreler falan, hâlâ çok seyahat ediyor musun?”
“Son dönemde pek değil.”
Sabahtan beri ilk kez hafifçe kıpırdanan rüzgâr, oyundayım diyor.
Ağzıma giren saçlarımı iki elimle arkada büküp kendi içine dolayarak tepemde topladım. Şefkatle bakıyor yüzüme. “Çok yakışıyor böyle, hep topla.”
“Beste nasıl, son yüklediğin fotoğrafta tanıyamıyordum neredeyse, kocaman olmuş.”
“Babasını seçti.”
“Çok düşkündü sana.”
“Çocuklar büyürken değişiyor.”
“Büyüdükten sonra da,” diyorum.
Gözünün gene adamlara takıldığını fark edince hesabı istemek üzere hareketlendim. Elime uzandı.
“Daha neler, üç züppe için keyfimizi bozmayalım.”
Oturmaya devam ettik.
Yüzümüz sahile dönük, yan yana. Aramızda zamanın yarattığı tutukluk dışında her şey normal. Sokak. Sahil. Öbür insanlar. Yaklaşıp uzaklaşan topuk sesleri. Kediler. Garsonlar. Tadı dönmeye başlamış fıstık. Mevsime göre hava. Masayı hafif ıslatan nem. Denizin kokusu. Konuştuklarımızın sıradanlığı. Sadece geniş yankılı kahkahasından eser yok. Gençlik fotoğraflarımızda Ceyda’nın daima olduğundan fettan, benimse bitse de gitsek ifademin yanında, dişleri görünen aramızda sadece o.
Beste’nin gitmesini yadırgıyorum, bundan soğukkanlılıkla bahsetmesini de.
Sorulur mu böyle şeyler? Bilmiyorum.
Kalabalıklaşmaya başladı mekân. İnsanlar girip çıkıyor. Garsonlar gelip gidiyor. Şişeler dolup boşalıyor. Biz denize bakıyoruz.
Hava ağır ağır renk değiştiriyor. Uğultu artıyor. Gitgide daha sessizleşiyoruz. Gözucuyla beni yokluyor arada.
“Sende yok mu bir şeyler?”
“Nuh’un gemisine tek başıma kaçak sızmış gibiyim.”
“Sen