Sakarya’daki çiçek pazarından her geçişinde – demek benim geçtiğim sokaklardan o da geçiyor – birkaç tane kaktüs alıp evine dönüyordu. Üç beş derken neredeyse yüz kaktüsü olmuştu. “Bu ay yanaklıyı görür görmez vuruldum ona. Nar gözlümün yanına nasıl da yakışacak.”
Bazen öğrencileri arasından bazen arkadaş çevresinden aklını çelmeye çalışan birileri çıkıyordu ama hiçbiriyle ilgilenmiyor, o da benim gibi bambaşka bir şey bekliyordu.
Yazar klişelere düşkündü. İçinde aşk olmayan hikâyelerin çekici olmadığını düşündüğü belliydi. Kitabın bir yerinde bu hatayı yapacağını tahmin etmiştim. Kahramanın, annesinin yanına gitmek için bindiği şehirlerarası otobüste olan oldu. İlk molada bir kadın çakmak istedi ondan. Kadının sigarasını çarçabuk yakıp arkasını döndü, aklı evde yalnız bıraktığı kaktüslerindeydi.
“Yalnızca iki gün ayrı kalabilirim onlardan. İşyerinden fazla izin alamadığımı söylerim anneme. Hem annem benim hayatımda ne kadar var? Yok. Evrende boşluk yoktur. Onlar benimle konuşur, akşam eve gelişimi dört gözle beklerler. Bir gün bile dikenlerini batırmadılar bana. Oysa annem öyle mi, her bulduğu fırsatta…”
Kaktüs adamdan çok etkilenmişti kadın. Moladan sonra otobüse biner binmez, “Yanımdaki kadın horluyor,” dedi muavine. “Tek boş yer erkek yanı hanımefendi, emin misiniz?” “Biz tanışıyoruz beyefendiyle,” deyip kahramanın yanına geçti. Yol boyu kitaplardan, hayvanlardan, bitkilerden konuştular.
Asosyalliğini kenara bırakıp hiç tanımadığı bir kadınla uzun uzun konuşmasına anlam veremedim ama yine de tahammül ettim. Ancak gelip geçici bir heves olabilirdi o kadın. Kaktüs adamım nasılsa bir gün evine dönecek, kaktüslerini sevmeye devam edecekti. Ben de onu. Ama düşündüğüm şekilde ilerlemedi hikâye. O kadın da ailesini ziyarete gidiyordu. Dönüş tarihlerinin aynı olduğunu öğrenince beraber dönmek üzere sözleştiler.
“Cisimlerin arasındaki çekim kuvveti aradaki mesafeyle ters orantılıdır. Dönüşte Nermin başını omuzuma koyunca emin oldum. Sağ eli bacağımdaydı. O an şimdiye kadar hiç yaşamadığım bir şey hissettim, ayak parmak uçlarımdan saç tellerime kadar. Midemde uçuşan kelebeklerden biri havalandı, Nermin’in buğday sarısı saçlarına konan bir tokaya dönüştü.”
Sayfalara göz attım. “Bugün Nermin’i annemle tanıştırmaya götüreceğim.” Bir sayfa daha. “Kim bilir belki de artık canlarımla vedalaşma vakti gelmiştir.” “Nermin kaktüslerimi saçma bulduğunu söylüyor. Belki biraz sardunya, mevsimine göre kasımpatı…” İki sayfa daha. “Balkonda ikimize ait nefis bir bahçe oluşturduk. Bir sürü çiçek…” “Kaktüsleri işyerine götürmeye karar verdim, radyasyonu alıyormuş.”
Daha fazla okuyamazdım. Hem mutlu son yazma arzusundaki yazarlardan nefret ederdim hem de kaktüslerini sırf hayatına bir kadın girdi diye çiçeklere değişen bu adam benim âşık olduğum adam değildi. Yazar beceriksizin tekiydi. Nefis bir malzeme bulmuş ama onu kolaylıkla harcamıştı.
Kitabı papağan desenli masa örtüsünün üstüne hırsla attım. Bu benim ona, beni duy, deme şeklimdi. Yanıt gelmedi. Oysa sayfalar pencereden giren rüzgârla hareket edebilir, bana okumam gereken bölümü işaret edebilirdi. Filmlerde böyle olurdu.
Hayal kırıklığına uğramıştım. Hani iki ayrı boyuttaki iki insan birbirine âşık olabilirdi? Oturduğum koltuktan zorlukla kalktım, kitabı masadan alıp yatak odasına gittim, pencereyi açtım. Bir elimdeki kitaba bir kararan göğe baktım. Rüzgâr vücudumu jilet gibi kesti. On beşten geriye sayarak yavaş yavaş nefesimi verdim. Yazarın hatasını görmezden gelecektim. Kaderime teslim olmayacak, ikimizin hikâyesini yeniden yazacaktım. O benim Bay Darcy’mdi, ondan vazgeçmeyecektim.
Kitaplarımın arasından dört ayraç aldım. İkisini kitabın altına, ikisini üstüne yerleştirdim. Artık bir bedeni vardı. Salondaki büfenin içine koydum.
O kadınla tanıştığı yere kadar olan sayfaların fotokopisini çektirdim, evin çeşitli yerlerine astım. Mutfakta yumurta pişirirken kâğıtlara bakıp onunla şakalaşıyordum. “Rafadan mı, kafadan mı olsun aşkım?” Televizyona yapıştırdığım sayfalara bakıp, “Bugün ne izleyelim sevgilim,” diyordum, “romantik mi, erotik romantik mi, romantik komedi mi?”
Her yerde benimleydi, hep el eleydik. Sigaramı yakarken bacaklarımın arasına koydum onu. Benden uzaklaşmasın, gözü başkasına kaymasın diye sıcaklığımla sardım.
Kırmızı, pembe, beyaz saten nevresim takımları aldım. Penye külotlarımı dantellilerle, penye geceliklerimi satenlerle değiştirdim. Yatak odamıza geçiyorduk hafif uykumuz gelince ya da saat on ikiyi az geçince. Şu cümlenin yazdığı sayfa başucumda asılıydı: “… ile kadife gibi bir gecenin içinde uyuduk.” Kadının adını çizmiştim.
İçimdeki arzuyu dizginleyemedim. Eve aldığım yüz bir çeşit kaktüse birer şiir yazdım. “Şiir yazma oyunu oynayalım mı,” dedim ona. “Şimdi ben gözlerimi kapayıp parmağımı rastgele bir kelimeye koyacağım, sonra o kelimenin bize çağrıştırdığı şey ne ise onun hakkında bir şiir…” Delirmiş gibi şiir yazdım.
Ne mevsim ne el ele gezen çiftler ne çirkinliğim umurumdaydı. Sayfa kenarlarına desenler çizili liseden kalan defterlerin hepsi bitti. Çıkıp yenisini almayı düşündüm, vazgeçtim. Aklıma evin her yerine dağılmış kitapların arkasındaki boş sayfalar geldi. Yerden kalkmadan rastgele birine uzandım. İlk sayfasında Atatürk Ortaokulu kaşesi bulunan Don Quijote kitabıydı. Ortaokulda kütüphane kolu olduğum için her ay yapılan sayımda çaldığım kitaplar fark edilmiyordu. Sonraki aya kadar okuyor, onlarla yaşıyordum. Kendimi uzun süre Dulcinea olarak hayal etmiş, kurtarıcımın yel değirmenlerini yenerek gelmesini beklemiştim.
Aşkımız bitmiyor, her gün alevleniyordu. Evlendik. Beraber yaşlandık. Onunla hayat çok hızlı geçiyordu, zaman bize yetmiyor, onu durdurmak istiyorduk. Yol göstericimin, kahramanımın sözlerini ezberlemiştim, artık kitap sayfalarına bakmama gerek yoktu.
“Çevremizdeki her şey durmalı. Hızlı hızlı yürüyen kadın, elindeki kahveyi üfleyerek soğutmaya çalışan adamla çarpışmadan durmalı… Çift katlı otobüsün peşinden koşan mavi bereli genç ıslık çalmak için parmaklarını ağzına götürdüğünde durmalı… Oturduğu kafede çalan müziğe başını sallayarak eşlik eden genç adamın sevgilisini görünce yüzünde oluşan gülümsemesi uçmadan durmalı… ben onları izlerken yalnızca ikimizin hareket ettiğini fark etmeli, ânı uzatmalı, öbür fanilerin aksine ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüp zamanı sündürmeliyiz.”
Kahvaltıdan sonra mutlaka beraber yürüyüşe çıkardık. Zayıflamak için değildi, daha fazla zaman geçirebilmek için sağlıklı olmalıydım. Havalar serinlediğinden zebercet renkli fularımı boynuma bağladı, ayakkabılarımı giydirdi, saçlarımı topladı. Tam evden çıkacakken kapı çaldı.
Kaktüs adamla gözlerden uzak mutlu mesut aşkımızı yaşarken aylardır ilk kez kapım çaldı. Günlerin, haftaların geçtiğini soğuyan evden anladım. Kim gelmişse yanlış adresti, emindim. Doğrulup yere oturdum. Kapı tekrar çaldı. Israra dayanamadım, kim olduğunu sormadan kapıyı açtım.
Ayaklarından başladım ona bakmaya, iki kitap ayracı gibi muntazaman vücuduna oturtulmuş bacaklarına. Gözlerine gelene kadar epey zaman geçti. Kasketinin altındaki dalgalı kumral saçlarının örttüğü mavi gözlerini gördüm.
“Merve