Geride bıraktığımız ve içimizde ukde her anı, kenara bıraktığımız değersiz eşyaların kaderinden ibarettir. Tozlu ve küf kokar. Kişinin onu yâd etmesi, aslında pencereyi açıp havalandırma isteğidir. Oysa ben o kadar tozlu ve kirliyim ki, sanırım hiçbir hatıranın havası beni temizleyecek kadar temiz değil.
Her insanın hayatında öyle anılar vardı ki, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin hep elinin yetişemediği yerden kanar. Hepimiz mutlaka böyle bir anıya sahibiz. Bunun aksini düşünenden kaçarım. Ya samimiyetleri esnektir; dik durmayan, eğrilip bükülen türden ya da onunla yüzleşemeyecek kadar korkaktır.
Çünkü geçmiş, doğduğu günden beri kişinin etine girmiş bir kıymıktır. İşlemiştir yavaş yavaş etine, olur olmadık zamanlarda sızlar ince ince ve hatırlatır kendini.
Sahi, geçmişe gidebilseydin ne yapmak isterdin? Ne yaparsan geçmiş daha katlanır, gelecek daha da özlenen olurdu? Benim birçok yapmak istediğim şey var. Mesela ilk öpüşmemdeki acemiliğime gem vursam… İlkokuldaki çantamdan müfredat kitaplarını çöpe atıp yerine Nietzsche’yi, Kafka’yı, Cioran’ı koysam… Sigarayla daha geç yaşta tanışsam… Hatta hiç tanışmasam… Beni üzen hiçbir dostun şarabından içmesem… Giden sevgiliye gitme diyebilsem…
Keşke…
Ama en önemlisi de geçmişe gitme fırsatım olsaydı ilk önce uyusun da büyüsünlü zamanlarıma giderdim. Çocukluğumun kulaklarından çeker, ona şunları söylerdim;
“Sana uyusun da büyüsün diyorlar. Sakın uyuma çocuk! Biliyorum büyümek kulağa hoş geliyor. Biliyorum ağlamaktan yoruldun. Ama durum bildiğin gibi değil çocuk. Sen büyüdükçe göz pınarların da büyüyecek, sel olup akacak. Kırkı çıkmamış acılarına hep yenileri eklenecek. Sana şimdi hep kazanmayı öğretiyorlar. Oysa büyüdüğünde kaybetmeyi bilmeye daha çok ihtiyacın olacak…Dinleme onları! Seni masumiyet evreninden dünyaya taburcu etmek istiyorlar.
Uyuma be işte çocuk!
Eğer uyursan, sen de herkes gibi BÜYÜRSÜN…”
“
Ne zaman bedenim bir yerlerde takılı kalsa, aklım terk edilmiş bir şehrin en işlek caddesine savrulsa; eskilere gider, tazeliğini koruyan birkaç güzel anıyla sevişerek yalnızlığımı gideririm. Hepimizin olur olmadık zamanlarda tutunduğu anıları var. İlk bayramında aldığın harçlık, babanı boynundan öptüğünde gelen o güzel koku, ilkokulda teneffüse dakikalar kala sınıfı saran taze simit kokusu…
Güzel olanların yüzeyi yumuşak ve ipekten olsa da pek azı uğrar hayatımıza. Belli belirsiz birkaç tebessüme gebedir güzel anılar. Ansızın gelir ve gidişi gelişleri kadar hızlı olur. Bir de her düşümüze sızdığında kanadığımız anılar var. Öyle hızlı falan da gelmez.
Yüreğimizde kanatılmayı bekleyen bir yara misali tatlı tatlı kaşınır.
Ben de zamanla, bazı anıları kurcalamanın sadece ruhu kanırttığını kabuk tutmayan yaralarımdan, kuruyan gözpınarlarımdan, tütünsüz kaldığım gecelerden öğrendim. Sen de geçmişte bıraktığın enkazlarının çevresinde dolanmayı bırak ve sırtını Barış İnce’nin şu satırlarına yasla:
“Kapanmış yara içeriden çürümüyorsa tekrar açılmamalı. Nükseden bir sıkıntı varsa ancak o zaman neşter vurulmalı.”
“
Repertuarım geniştir.
Sana hangi acıdan çalayım?
Tam da şu an gitmek gerek
“Bir ayağı yolda olmak, özgürlük değil miydi?”
Her çakan şimşeğin odama şafağı getirdiği yanılgısına kapıldığım sıradan bir sabah saat altı sularındayım. Kahvem soğuk. Sigaramın dumanını tazeliyorum ciğerlerimde ve ısınıyorum. Dumanının acı tadıyla dertlerimi bastırıyorum.
Düşünüyorum da acaba benim gibi kimler uyumuyordur bu saatte? Kaç kişi koyunlarını henüz atlatamadı gözlerini kapadığında? Kimler ertesi günün beraberinde getireceği acıların kaygısına düşüyordur şu saatte? Ya da kaç yalnız, Ahmet Kaya şarkılarıyla akıtıyordur ruhunu?
Acaba kaç tekrara düşen senaryolu hayat, benim şu an hayalini kurduğum şeyi çaresizce arzuluyordur?
Gitmeyi…
Devir hep daha fazla kazanma devri. Yeniyi, daha iyiyi alma; paranın güç sayıldığı, güçsüzlüğün ise pahalıya patladığı günlerden geçiyoruz. Geleceğin kaygılarına veya geçmişin götürdüklerine o kadar alakadarız ki; şu anın barındırdığı güzellikleri gözden kaçırıyoruz. Ölümlü dünya söylemimiz de bile artık samimiyet yok. Fanilik kavramı cenazeden cenazeye hatırlanan bir kamu spotu olmuş hayatımızda. Kısır bir döngüdeyiz, bir türlü gidemiyoruz.
Oysa tam da şu dakika gitmek gerek. Buralardan, bu zaman döngüsünden, bu yerlerden, herkesten her şeyden… Kutlu bir gidiş olmalı. İşi gücü, aşkları, hırsları, hesapları, insanları, insancıkları hatta kendini bile bir kenara bırakıp bilmediğin yollara, dinlemediğin şarkılara, dokunmadığın tenlere dalmalı. Acıları vestiyere asıp çıkmalı kapıdan. Kapıyı defalarca kitlemeli arkadan. Çünkü peşine takılmamalı hiçbir acı.
Eskimiş bir sırt çantasına biraz iyiliklerini, biraz fedakârlıklarını, biraz da ne olursa olsun hayata karşı yitirmediğin sevgini koymalı. Ama biraz! Eğer yükün ağır olursa yolun da kısalır.
Gitmek gerek…
Tam da şu an gitmek gerek…
Evden bakkala çıkar gibi…
Terliklerinle…
Nereyesi olmayan bir gidiş olmalı bu…
Dönmek mi?
Nasip…
Kimi şehirler kadındır, sevgilidir, eştir
“Yabancısı olduğum bir şehrin gurbetçisiyim. Düşlerim Türkçe, anlamıyorlar.”
Geçenlerde çok sevdiğim bir dostum bana “Son zamanlarda aramızda değil gibisin. Sanki sözlerin bu masada lâkin anlamları başka şehirlerde” dedi. Şaşkınlıkla bakakaldım. İnsanın en yakın arkadaşı tarafından bile anlaşılamaması, düşlerinin, duygularının, yer çekimine yenik düşüp yere çakılması; kişinin yaşadığı şehri anlatılamaz bir boşluğa, yokluğa, hatta suskunluğa sürüklüyor. Doğup büyüdüğün topraklarda sığınmacı olmak zihinsel bir acı.
Sokaklarında yürürken ayağının takılması, güneşin hiçbir evresinde ışığın camına vurmaması, kalabalıkların arasına karıştığında yüzlerdeki dışlayıcı ifade, anlatılmamışlıkların, anlaşılmamışlıkların gırla gitmesi… Mutsuz olmanın insana yüklediği misyonu, yaşadığı şehrin kabul etmemesi durumudur tüm bu refleksler. Şehirler insan bedeni gibidir; tanımlayamadığı, sistemine uygun görmediği maddeleri dışarı atar, kusar. Bunun için yıllar yıllara aceleyle devretmesin, mevsimler öylece gelip geçmesin diye doğru şehri bulmalıyız.
Ömrümü doğru şehri bulma mücadelesiyle geçirdim…
Bazı şehirler vardır; baba gibidir. Kendince katı ilkeleri vardır. Ruhsal zayıflığı, duygusallığı sevmez. Yeri geldi mi döver eli de bayağı