Peki sen gitmeyi kimden öğrendin? Öyle ağır, sakin, emin adımlar atmayı nereden öğrendin? Zarifçe eğilip aldığın elifi avuçlarıma değen yerinden öpüp sonra arkana bakmadan kaybolmayı nereden öğrendin?
Sana böyle zarif gitmeyi kim öğretti be adam?
4. Durak
Şeftali Ağacı
Gün ağarırken uykulu gözlerimi yorgunlukla açıyorum. Kısmet kucağımda mırlarken otobüs terminale yanaşıyor. Kapıdan adımımı atar atmaz sabahın keskin soğuğuyla titreyerek hâlâ kucağımda olan Kısmet’e daha sıkı sarılıyorum.
Bu şehir genellikle yağmur kokardı, çünkü topraklar hep ıslaktı; ben de içime çeke çeke kokluyorum henüz Allah’ın yakınlarından gelmiş yağmurun toprakla buluşmasından doğan o misk kokuyu. Tıpkı büyükannem gibi kokuyor onun olduğu bu şehir.
Biraz yürüdükten, birkaç araç değiştirdikten sonra ancak öğle vakti varıyoruz büyükannemin evine. Sarmaşıkların sardığı paslı bahçe kapısını çekinerek itiyorum, gıcırdayarak açılıyor. Hâlinden hoşnut olmadığı belli… Anlaşılan uzun zamandır keyfini bozan kimse olmamış. Düşen yaprakların kapladığı taşlı bahçe yolundan evin olduğu küçük meydana ilerliyorum. Karşımda duran üç katlı taş ev babamdan bana, babasından ona, babasından da dedeme hatıraydı. Hâlâ capcanlı karşımda, sanki üstünden nesiller geçmemiş gibi dimdik ayakta. Kim bilir kaç çocuk koşturdu bu avluda, şu kapı kim bilir kaç kez açılıp kapandı, şu sedirde anneler çocuklarına ne güzel masallar anlatıp da uyuttu kim bilir…
Bahçenin ortasındaki yaşlı eve selam vererek sedire doğru gidiyorum. Yorgunluktan kapanan gözlerim karşıdaki şeftali ağacına ilişiyor. O güzel arkadaş kurumuş, ne meyvesi ne çiçeği ne de yaprakları kalmış. O da bırakmış beni anlaşılan.
Şeftali ağacı ölü gibi cansızdı. Dallarında tek bir yeşil yaprağı kalmamıştı. Çocukken onu aileden biri gibi görür, gövdesine karıncalar dadanınca onları temizlemeye çalışırdım. Bu uğurda kim bilir kaç karıncanın canına kıydım, inşallah haklarını helal ederler. Vallahi bilerek yapmadım, bilseydim müdahale eder miydim hiç doğanın işleyişine, kıyar mıydım hiç ufacık canlarına.
Ne garip değil mi dostlar, bizlerin yolculuğu toprakta son bulurken bitkilerin yolculuğu topraktan ayrıldıklarında bitiyor.
Ne güzel günler geçirmiştik şeftali ağacıyla. Ufak tefek bir ağaçtı, turuncu meyvesi ufak ve tüylü olurdu. Güzelliğini sergilemek için dallarını çiçeklerle donatır, sonra “sana bir sürprizim var” der gibi çiçeklerini küçük turuncu tüylü şeftalilere dönüştürürdü. O şeftalilerin lezzetini bir daha hiçbir şeftalide alamadım. Buradan gittikten sonra da şeftaliyi sevmez oldum zaten.
Çocukluğumdan beri kendi kendime sorular sorar, cevaplar arardım. Büyükannemle konuşamadığım zaman ikinci durağım işte hep bu şeftali ağacı olurdu. Bir gün ona büyükanneme sormaya utandığım bir soru sormaya karar verdim. En çok merak ettiğim, bir an önce tanışmak istediğim o duyguyu, aşkı. Neden onu seçtim bilmiyorum, neden küçücük kalbimle aşkı aradığımı da. Bildiğim tek şey, tüm hücrelerimin küçük bedenimi doldurabilecek bir sevgi arayışında olduğuydu. O zamanlar karşı cinse olan aşkı arıyorum sanırdım, ama saf yüreğim sonsuz bir aşkı aramaktaymış, geç öğrendim.
“Şeftali ağacı, sence aşk nedir?”
Sorum karşısında önce şaşırmış, sonra toparlanıp dallarıyla gövdesini açmıştı. Biraz düşündükten sonra konuşmaya başlamıştı:
“Aşk, küçük bir kız çocuğunun, çok sevdiği ayakkabısı ayağını acıtıp yara yapmasına rağmen onu giymekten vazgeçmemesidir evlat.”
“O zaman aşk, acıtan bir şey olmalı değil mi?”
“Yalnızca gerçek aşk acıtmaz evlat.”
“Gerçek aşk nedir şeftali ağacı?”
“Gerçek aşk, acı çektiğinde seni Yaradan’a yaklaştırandır.”
“Gerçek aşkta da canımız acıyacaksa nereden anlayacağız onu bulduğumuzu?”
“Fani aşk için acı çekenin yüreği yanar, sevgiliye koşar; gerçek aşk için acı çekenlerin ruhu yanar, yakana amenna deyip sevginin sahibine koşar.”
Bugün burada şeftali ağacının sözlerini bir kez daha hatırlayınca bana nasıl güzel bir hediye verdiğinin farkına varıyorum, hakikaten de gerçek aşkı bulmak ancak canını yakana amenna deyip vazgeçmekle başlıyordu.
Bu öğrettikleri için kendimi şeftali ağacına borçlu hissedip onu tekrar hayata döndürmek için elimden geleni yapmaya söz veriyorum. Zaten burada ondan başka kimsem de yok.
Vücudum daha fazla dayanamayıp sedire yığılıyor, Kısmet de yanıma kıvrılıyor. Derin ama huzurlu bir uykuya teslim oluyoruz.
5. Durak
Elhamdülillah
Senin gökyüzünde dolaşan garip bir uçurtma olsam, rüzgârınla yükselip sana kavuşsam…
Sevda hiç olur mu acısız? Şimşeklerinde yaralansam, çakılsam toprağına…
Sanırım öğrenemeyeceğim düşmeden yürümeyi.
Sanırım sensiz kalmadan senliğe yelken açamayacağım.
Seninle geçtikçe vakitlerim sana bağlanıyorum, ama sen olamıyorum. Bağlanmamam lazım Mevla’dan başkasına, yoksa seni alır ellerimden biliyorum.
Elhamdülillah yokluğuna ey sevgili!
Elhamdülillah gidişine!
Gidişinle kendime geldim, sen oldum çünkü yalnızca gerçekten sevenler gitmelere dayanır.
Sen geldin, ben senin oldum; sen gittin, ben seni buldum.
Elhamdülillah seni buldurana, sonra alıp hikmetin kimde olduğunu bildirene…
Senin gökyüzünde uçarken ömür savrulmaktan ibaretti. Ne zaman ki çakıldım toprağa, bedenim kavuşunca gideceği yere, anladım ki ben toprağa aitim ve Sahibine.
Elhamdülillah senin vesilenle aşkı sevdirene…
Gelişin yaktı içimde ne varsa, gidişin ise O’nun aşkıyla doldurdu benliğimi.
Ben avare bir uçurtmayken gökyüzünde, gerçek aşk iplerimi çekti kendine de yandı sana uçan kanatlarım. Anladım ki her şey kısmet, sen kısmetsin.
Elhamdülillah, bir yudumluk kısmetim oldun, sonra da “nasip değilmiş”lerimde bulundun.
Yine de içinde olduğun her cümleye elhamdülillah…
Dağılmak
Yorgunluktan olsa gerek, uzandığım sedirde saatlerce uyuyakalmışım, akşam ezanının sesiyle irkilerek kendime geliyorum.
Mezarlığa vardığımda güneşin batmasına az kalmış, gökyüzünü kızıla döndürmüştü. Onun yanına gitmek için zaten geç kalmıştım,