Şiş bir gözkapağı kalktı, acıyla gölgelenen bir göz tutukluya dikildi. Öbür göz kapalıydı. Pilatus, Yunanca, “Demek halkı Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya kışkırtan sensin?” dedi.
Tutuklu, canlanır gibi oldu, gözlerindeki korkulu anlatım silindi, Yunanca, “Ama iyi –yapacağı yanlışlık aklına gelince gözlerinden bir korku parıltısı geçti– ama Hegemon, hayatım boyunca binayı yıkmaya hiçbir zaman niyetlenmedim, kimseyi de böylesine delice bir iş için kışkırtmadım.” Alçak masanın üstüne eğilmiş, suçlunun sözlerini kaydeden kâtibin yüzünde büyük bir şaşkınlık belirdi. Başını kaldırdı, sonra hemen parşömene yöneldi.
“Bayram dolayısıyla, her türden yığınla insan kente akın ediyor. Aralarında sihirbazlar, müneccimler, kâhinler ve katiller var,” dedi Vali, tekdüze bir sesle. “Yalancılar da! Bak işte sen bir yalancısın. Burada yazıyor: ‘Halkı kışkırtıp tapınağı yıktırmak istedi.’ İşte tanıkların söyledikleri.”
“Bu iyi insanlar,” dedi tutuklu, sonra da aceleyle ekledi: “Hegemon… Hiç öğrenim görmemişler. Sözlerimi baştan sona ters anladılar. Ve bu yanlış anlamanın uzaması, artık beni korkutmaya başladı. Hepsi benimle ilgili bir yığın saçmalık yazan adamın yüzünden.”
Bir sessizlik oldu. Bu sefer, iki acılı göz de tutukluyu uzun uzun süzdü.
“Sana son kez söylüyorum; deli rolü yapmaktan vazgeç haydut,” dedi Pilatus, yumuşak bir sesle. “Senin hakkında, pek az yazılı şey var. Ama onlar da asılmana yeter.”
Ateşli bir ikna etme isteğiyle gerilen tutuklu, “Hayır hayır, Hegemon,” dedi. “Peşimden gelen biri var. Durmadan peşimden gelen, teke parşömeni üstüne durmadan yazan biri. Günün birinde yazdıklarına bir göz attım da, ödüm koptu. Parşömene döktüklerinden bir tekini bile söylemedim ben. Ona yalvardım: ‘Yak, Tanrı aşkına bu parşömeni yak,’ dedim. Onu ellerimden parçalarcasına kapıp kaçtı.”
Parmak uçlarıyla şakağına dokunan Pilatus, tiksinmiş gibi, “Kim bu adam?” diye sordu.
Tutuklu olanca iyi niyetiyle, “Matta Levi,” dedi. “Eskiden tahsildardı. İlk olarak ona, Bitinya yolunda, yolun bir incir bahçesi önünde kıvrıldığı noktada rastladım. Kendisiyle konuştum. Önce düşmanca davrandı, sövdü… Daha doğrusu bana köpek diyerek küfrettiğini sandı. (Tutuklu gülümsedi.) Ben, bu hayvanda alçaltıcı bir yan bulamadığımdan, köpek sözüne alınanlara aklım ermez…”
Kâtip yazmayı unutup tutukluyu değil Vali’yi şaşkın şaşkın yan gözle süzdü.
“Yine de,” diye devam etti Yeşu, “beni dinleye dinleye yumuşadı. Sonunda parasını yollara saçıp artık benimle birlikte geleceğini söyledi.”
Bir yarım gülümseme Pilatus’un yanaklarından birini büzdü, sarı dişlerini ortaya çıkardı. Gövdesini kâtibe çevirdi:
“Ey Kudüs!” diye bağırdı. “Duvarlarının arasında daha neler duyacağız? Bir tahsildar, duyuyor musunuz, parasını yollara döküp saçıyor!”
Ne yanıt vereceğini bilemeyen kâtip, en iyisinin, Pilatus’un gülümsemesini taklit etmek olduğunu düşündü.
Yeşu, Matta Levi’nin tuhaf davranışını açıklamak için, “Bana, artık paradan nefret ettiğini söyledi,” dedi. “O günden sonra da yoldaşım oldu.”
Ses çıkarmadan sırıtan Vali, önce tutukluya, sonra, sağa doğru, vadinin dibinde, hipodromdaki atlı heykellerinin üstünde inatla yükselmekte olan güneşe baktı. Birden, midesi bulanmışçasına, en iyisinin bu garip haydutu taraçadan kovmak olduğunu düşündü. İki söz söylemek, “Asın şunu!” demek yeterdi. Fırsattan yararlanıp muhafız kıtasını da gönderir, saraya girer, odadaki ışıkların söndürülmesini emreder, yatağına uzanır, soğuk su ister, acılı bir sesle köpeği Banga’yı çağırır, kendisini avutup bu dayanılmaz baş ağrılarını unutturmasını sağlardı. Vali’nin ağrılar içindeki kafasından, kaçamak ama baştan çıkarıcı “zehir” düşüncesi geçti.
Bulanık bakışlarını tutukluya çevirip sustu, Kudüs’ün bu amansız sabah güneşi altında yüzü yara izleriyle dolu bu suçluyu neden kendisine getirdiklerini, ona başka ne gibi sorular –hem de kimseyi ilgilendirmeyen sorular– sormak gerektiğini acıyla hatırlamaya çalıştı. Boğuk bir sesle, “Matta Levi mi?” dedi, gözlerini kapadı ardından.
“Evet Matta Levi,” diye karşılık verdi, canını acıtan tiz bir ses.
“Peki, çarşıdaki kalabalığa tapınak hakkında neler söyledin?”
Kulaklarına gelen ses dayanılır gibi değildi, Pilatus şakaklarının çatlayacağını sandı.
“Hegemon,” dedi ses bu kez. “Eski inanç tapınağının yıkılacağını, yerine gerçeğin yeni tapınağının yükseleceğini söyledim. Sözlerimin iyi anlaşılması için böyle konuştum.”
“Peki serseri, çarşıya gidip gerçekten, yani hakkında hiçbir şey bilmediğin kavramdan halka söz edip kafaları bulandırmak sana mı kaldı? Gerçek dediğin nedir, ha?”
“Tanrılar!” diye düşündü o an Vali. “Yasal yönden hiçbir önemi olmayan sorular soruyorum şuna… Artık aklım bana ihanet etmeye başladı…” Kara bir sıvıyla dolu kupanın görüntüsü belirdi yine kafasında. “Zehir! Bana zehir verin…”
Sesi duydu yine:
“Gerçek, her şeyden önce başının ağrımasıdır. Öyle ki, korkakça ölümü düşünüyorsun. Benimle tartışacak gücün kalmadığı gibi, bana bakmak bile zor geliyor sana. Şu an, senin celladınım, hiç istemediğim halde. Bu beni üzüyor. Herhangi bir şeyi düşünecek halde değilsin. Bütün düşüncen, görünürde bağlandığın tek yaratık olan köpeğinin yanına gitmek. Ama dertlerin şimdi geçecek, başın artık ağrımayacak.”
Kâtibin kalemi havada kaldı, gözlerini fal taşı gibi açıp tutukluya baktı.
Pilatus, acılı bakışlarını tutukluya çevirdi. Güneşin hipodromun üstünde yükseldiğini, ışınlarından birinin avluya süzülüp Yeşu’nun topuğu aşınmış sandaletlerine doğru ilerlediğini, Yeşu’nun da gölgeye sığınmak için güneşten kaçtığını gördü.
Vali yerinden kalktı, başını ellerinin arasında sıktı. Tüysüz ve sarımtırak yüzünde dehşet dolu bir ifade belirdi. Ama büyük bir irade gücüyle bu belirtiyi yok edip yerine oturdu.
Tutuklu, konuşmasına devam ediyordu; ama kâtip bir şey yazmaz olmuştu. Kaz gibi boynunu uzatmış, tek sözcük bile kaçırmamaya bakıyordu.
Pilatus’a iyilik dolu bir ifadeyle bakan tutuklu, “İşte,” dedi, “bitti artık. Çok mutluyum. Hegemon, bir süre için saraydan çıkıp çevrede dolaşmanı, hiç değilse Zeytinlik Dağı’ndaki bahçelerde gezinmeni öğütlerim. Fırtına daha sonra… –tutuklu, gözlerini kırpıştırarak güneşe baktı– …akşama doğru patlar ancak. Bu gezinti sana iyi gelir, ben de seninle gelirdim. Kafamda, seni ilgilendireceğini sandığım birtakım yeni düşünceler var; akıllı bir adama benziyorsun, sana hepsini anlatırdım.”
Kâtibin yüzü sapsarı kesildi, parşömen tomarı elinden düştü.
Hiçbir şeyden çekinmediği anlaşılan elleri bağlı adam, “İşin kötüsü,” dedi, “çok içine kapanık yaşıyorsun. İnsanlara güvenini de yitirmişsin, kabul et kesinlikle. İnsan, bütün sevgisini köpeğine veremez, kabul et. Hayatın çok yoksul Hegemon.”
Bu sözlerden sonra, adam bir de gülümsedi.