“Kral Nimed ve oğulları doğal yollardan ölse, mesela veba yüzünden, Taraküs bir sonraki vâris olarak tahta çıkar, gayet huzurlu ve rekabetsiz bir şekilde.”
Xaltotun kafa salladı, cevap vermedi. Orastes devam etti:
“Diğer iş biraz daha zor olacak. Valerius’u Akilonya tahtına savaşsız geçiremeyiz ve orası oldukça güçlü. İnsanları yürekli; Pictler, Zingarlar ve Kimmeryalılarla dolu savaşçı bir ırk ve devamlı yaptıkları savaşlar yüzünden oldukça kuvvetliler. Beş yüz yıldır Nemedya ile Akilonya savaş hâlinde ve nihai zafer her zaman Akilonya’nın oluyor.”
“Şimdiki kralları batı milletleri arasında bilinen en ünlü savaşçı. İç savaş sırasında tahtı kendi kendine zorla ele geçiren bir maceracı. Kral Numedide’i tahtının üzerinde kendi elleriyle boğarak öldürdü. İsmi Conan, kimse bir savaşta onun karşısında duramaz.”
“Valerius ise tahtın meşru vârisi. Soylu akrabası Numedide tarafından sürgün edildi ve yıllardır kendi topraklarından uzakta yaşıyor ama o hanedanın kendi soyundan. Zaten şu anda bir sürü baron içten içe Conan’ın tahttan inmesini istiyor çünkü o, hiç kimse; asil bir soydan gelmiyor, hanedan üyesi de değil. Ancak ücra kasabalardaki soylular ve halk ona sadık. Yine de herhangi bir savaş durumunda birlikleri yenilir ve Conan öldürülürse Valerius’u tahta getirmek çok zor olmayacaktır. Gerçekten eğer Conan ölürse yönetimin tek merkezi çökmüş olacak çünkü bir hanedanı yok, o tek tabanca bir maceraperest.”
“Keşke bu kralı görebilseydim.” diye düşündü Xaltotun, duvardaki panellerden birini oluşturan gümüş aynaya bakarak. Bu ayna herhangi bir yansıma göstermiyordu ama Xaltotun aynanın hikmetini anlamıştı. Orastes, usta bir sanatçı tarafından sanatının onaylanması gururuyla başını salladı.
“Onu sana göstermeyi deneyeceğim.” dedi. Aynanın karşısına oturdu, hipnotize edici bakışlarla aynaya bakmaya başladı ve aynada loş bir silüet belirdi.
Bu olağanüstü bir şeydi. Odadakiler bunun âdeta bir sihirbazın sihirli küre üzerine yansımış düşünceleri gibi Orastes’in düşüncelerinin aynadaki yansıması olduğunu biliyorlardı. Önce puslu bir biçimde daha sonra yavaş yavaş belirginleşti; uzun boylu, geniş omuzlu, kaslı bir vücudu ve boğa gibi kalın bir ensesi olan bir adam. Üzerinde, altınlarla Akilonya’nın kraliyet aslanları işlenmiş ipek ve kadife kıyafet vardı, uzun ve gür saçlarının tepesinde Akilonya tacı parlıyordu. Ancak yanında duran büyük kılıcı, kral aksesuarlarından çok daha sıradan gözüküyordu. Kaşları çatık ve geniş, gözleri ateş püskürürcesine volkanik maviydi. Esmer, yaralı, korkunç suratı ne kadar dövüşçü olduğunu belli ediyordu. Üzerindeki kadife kıyafetler kaslarının belirgin, tehlikeli çizgilerini saklamaya yetmiyorlardı.
Xaltotun, “Bu adam Hyborialı değil!” diye bağırdı.
“Hayır, o Kimmeryalı. Kuzeyin gri dağlarında yaşayan vahşi kabilelerden.”
“Onun atalarıyla savaşmıştım. Akheron kralları bile onları yenemedi.” dedi Xaltotun.
“Bunlar güneydeki milletler için hâlâ bir tehdit.” diye yanıtladı Orastes. “Conan, o vahşi ırkın öz evladı ve yenilemez olduğunu herkese ispatladı.”
Xaltotun sessiz kaldı. Avucunun içinde parıldayan alev topuna derin derin baktı. Dışarıdan yine bir köpek sürüsü uğultusu geldi; uzun uzun, ürpertici bir şekilde.
İKİNCİ BÖLÜM
KARA RÜZGÂR ESİYOR
Ejderha Yılı; savaş, salgın hastalıklar ve bir sürü kargaşayla başlamıştı. Kara veba Belverus sokakları boyunca yayılmış; tezgâhında satış yapan tüccardan, virane kulübesindeki köleye, ziyafet masasındaki şövalyesine kadar herkesi etkilemişti. Salgın karşısında hekimlerin bilgileri bile âciz kaldı. İnsanlar bunun hırs, kibir ve şehvetin bedeli olarak tanrılar tarafından cehennemden gönderilmiş bir ceza olduğunu düşünüyorlardı. Veba, bir yılanın zehri gibi hızlı ve ölümcül bir şekilde etki ediyordu. Yakalanan kişinin vücudu önce mor sonra simsiyah oluyor, çürük ölü kokusu, daha ruhu çürümeye başlamış bedeninden bile ayrılamadan her tarafı kaplıyor ve kurban birdenbire yığılarak ölüyordu. Güneyden devamlı olarak esen sıcak rüzgâr tarlalardaki mahsulleri çürütmüştü, hayvan sürüleri yollarda ölmüştü.
İnsanlar Tanrı Mitra’ya feryat ediyorlardı. Bütün krallıkta kralın gece olduğu zaman sarayındaki halvetinde âlem yaptığı, zevk ve eğlenceye düşkünlüğü, pis pis alışkanlıkları olduğu dedikodusu yayılmıştı. Daha sonra ölüm, kara vebanın virüsünü taşıyan sinsi adımlarla saraya da sızmıştı. Kral ve üç oğlu bir gecede ölmüşlerdi. Çürüyen bedeni ağır ağır taşıyan arabalardan gelen uğursuz çan sesleri, ağıtlar, haykırışlar yankılandı sokaklarda.
Ertesi gece, şafak vaktinden hemen önce, haftalardır esen sıcak rüzgâr sinsice uzaklaşarak dindi. Kuzeyden sert bir rüzgâr esmeye başladı, şiddetli gök gürültüleri ve şimşeklerin parlak ışıkları ardından yağmur yağdı. Şafak vaktiyle beraber her şey duruldu, hava açık, tertemiz ve parlaktı artık. Yanmış yerler yerini yemyeşil çimenlere bıraktı, susuz kalan mahsuller yeniden yetişti, kuvvetli rüzgârla beraber zehirli atmosfer temizlenmiş, veba ülkeyi terk etmişti.
İnsanlar tanrının, pislik kralın ve döllerinin ölümünden memnun olduğu için vebayı bitirdiğini düşünüyorlardı. Kralın küçük kardeşi Taraküs tacını giyip tahta çıktığında herkes tanrının onayladığı bir kralın onları yöneteceğini düşünerek minnettar oldu, yeni kralın gelişini coşkuyla kutladılar.
Ülkede böylesi bir neşe ve coşku olduğu zamanlarda genelde bunun zaferle sonuçlanacak bir savaşla taçlandırılmak istendiği bilinirdi. Bu yüzden Kral Taraküs, eski kralın kuzey komşusuyla yaptığı ateşkes antlaşmasını bozduğunu ve Akilonya’yı işgal etmek üzere birliklerini topladığını bildirdiğinde hiç kimse şaşırmadı. Nedeni insanlara samimi gelmişti, açıkça duyurulmuştu, eylemlerini salgından çıkmış olmanın coşkusu fırsatıyla güzelleştiriyordu. Gerekçe olarak Valerius’u, tahtın gerçek vârisini desteklediğini duyurdu; Akilonya’ya düşmanca değil dostça yaklaşarak ülkeyi bir yabancının, bir katilin zulmünden kurtarmak istediğini söyledi. Bazı yerlerde kralın yakın arkadaşı, sonsuz kişisel serveti kraliyet hazinesine karışan Amalric’e yönelmiş şüpheci bakışlar vardı ancak Taraküs’ün bu kadar sevilmesinin verdiği heyecan ve neşeyle göz ardı ediliyorlardı. Kurnaz kişiler eğer Amalric’in perde arkasında Nemedya’nın gerçek yöneticisi olmasından şüphelenselerdi bile böyle tehlikeli bir düşünceyi dillendirmemek adına dikkat ederlerdi. Ve savaş nihayet büyük bir coşkuyla başladı.
Kral ve birlikleri; parlak zırhları ve miğferlerinin üzerinde yükselen sancaklarla elli bin şövalye, çelik zırh ve başlıkları içinde mızraklılar, deri yelekleri içinde tüfekli askerlerin başında batıya doğru ilerliyordu. Sınırdaki kalelerden birini ele geçirip sınırı geçtiler, üç dağ köyünü yaktılar. Daha sonra sınırın yirmi kilometre batısındaki Valkia Vadisi’nde Conan’ın kırk beş bin şövalye, okçular ve ağır silahlı askerlerden oluşan, Akilonya Krallığı’nın şerefi olan ordusuyla karşılaştılar. Yalnızca Prospero’nun emrindeki Poitanya şövalyeleri henüz gelmemişti çünkü krallığın güneybatısından gelecekleri uzun bir yol vardı. Taraküs herhangi bir ikaz yapmadan saldırıya geçmişti. İstilaya, duyurusunun hemen ardından resmî bir savaş bildirgesi yapılmaksızın