“Uyuyorsun diye korktum.”
“Her gün uyurum ama bugün uyumadım. Babamla üvey annemi uyutup geldim.”
“Aferin sana, iyi ettin. Uyumak için çok zaman var. Ama gündüzleri uyuyorsan geceleri ne yapıyorsun?”
“Bunu üvey anneye sor… Minik kargayı benim için mi getirdin? Ne kadar sevimli!”
Anne Karga, yavrusunu Ulduz’un eline verdi. Çok sevimli görünüyordu. Ulduz birden derin bir ah çekti.
“Neden ah çektin öyle?”
“Oyuncak bebeğim geldi aklıma. Keşke yanımda olsaydı şimdi, üçümüz ne güzel oynardık.”
“Hiç üzülme sen. Torunlarımdan biri birkaç gün içinde yumurtlayıp yavrulayacak. Onlardan bir tanesini sana getiririm, böylece üç oyun arkadaşı olursunuz.”
“Yoksa senin başka yavrun yok mu?”
“Olmaz mı, elbette var. Üç tane daha yavrum var.”
“O zaman onlardan birini de getir.”
“Ama ben yalnız kalırım getirirsem. Yavruların bir de babası var. İzin vermez. Bunu senin için getirdim ama dili bile açılmadı daha, uçmayı da bilmiyor, yürüyor sadece. Bir haftaya kadar dili açılır. İki hafta sonraya da uçmayı öğrenir. Dikkat et, hiç unutma, iki haftaya kadar uçabilmesi lazım. Uçamazsa bir daha hiç uçamaz.”
“Uçamazsa ne olur?”
“Ne olacağı belli; ölür. Yiyecek olarak ne vermen gerektiğini biliyor musun ona?”
“Hayır, bilmiyorum.”
“Her gün bir parça sabun, biraz da et falan, böyle şeyler işte. Olursa ufak bir balık… Sizin havuzda epeyce balık var. Ufak böcek, solucan, peynir de yer.”
“Tamam, çok iyi.”
“Peki üvey anne izin verecek mi ona bakmana?”
“Yok. O hiç sevmez böyle şeyleri, görmeye bile tahammül edemez. Mecburen saklayacağım yavruyu.”
Minik karga, Ulduz’un eteğine sürtünüp sıçrayıp duruyordu. Gagasını açıyor, ağır hareketlerle kızın ellerine değdiriyor, sonra bırakıyordu. Ufacık gözleri ışıl ışıl parlıyordu, ayakları çok inceydi. Hani neredeyse Ulduz’un küçük parmağı kadardı. Tüyleri ve kanatları kadife gibi yumuşacıktı, annesininki gibi iri ve kaba değildi. Doğrusu, annesinden daha güzeldi.
Anne Karga:
“Peki nerede saklamayı düşünüyorsun onu?”
Ulduz bu konuyu henüz düşünmemişti. Bir süre düşüncelere daldı. Nereye saklamalıydı? Hiçbir yer gelmedi aklına.
“Çiçeklerle çalıların arasına saklayabilirim.”
“Olmaz öyle. Üvey anne fark eder orada. Hem bir de çiçekler sulandığı zaman yavrum ıslanır orada, sonra da soğuk alıp hasta olur.”
“Nereye saklayayım o hâlde?”
Anne Karga etrafına iyice bir bakındı, ardından merdivenin altına saklamanın daha iyi olacağını söyledi.
Merdivenin basamakları çatıya çıkıyordu. Ufak yerleşim yerlerinde ve köylerde bu tür merdivenlerden çokça bulunur. Merdivenin altında tavuk kümesi vardı, kümes genişti ama içi boştu. Minik kargayı bu kümesin içine koydular. Kedi gelip yavruyu kapmasın ve üvey anne de işin kokusunu almasın diye, kapısını da sıkıca kilitlediler. Kümesin küçük kapağının altında, minik karganın nefes alabilmesini sağlayacak bir boşluk vardı.
“Anne Karga, ismi nedir bu miniğin?”
“Ona Karga Bey diyebilirsin.”
“Erkek mi bu karga?”
“Evet.”
“Erkek olduğu nasıl anlaşılıyor? Bütün kargalar birbirine benziyor sanki!”
“Size öyle geliyor. Aslında baş ve yüze biraz dikkat etseniz dişi ve erkek olanları ayırabilirsiniz birbirinden.”
Oradan buradan biraz daha sohbet ettikten sonra birbirlerinden ayrıldılar. Ulduz odaya gitti. Yatağına uzandı ve gözlerini yumdu. Üvey anne kalktığında, Ulduz’un hâlen yattığını gördü. Ama Ulduz gerçekte uyuyor değildi, uykusu gelmemişti. Yeni arkadaşı, Karga Bey’i düşünüyordu. Gözlerini hafifçe aralayıp üvey anneye bakıyor, bir yandan da için için gülüyordu.
Aradan birkaç gün geçti. Ulduz çok neşeliydi ve keyfine diyecek yoktu. Babasıyla üvey anne, onun bu durumuna hayret ediyorlardı. Üvey anne, bir gece Ulduz’un babasına;
“Bu çocuğa ne oldu anlamıyorum. Gülüyor, sürekli zıplayıp oynuyor, bir şeye aldırdığı da yok ama ben ne olduğunu bulup ortaya çıkarmayı bilirim.” dedi.
Ulduz bu sözleri işitti, kendi kendine “artık daha fazla dikkat etmeliyim.” diye düşündü. Her gün, iki üç sefer Karga Bey’in yanına uğruyordu. Bazen evde kimse olmuyordu, o vakitler minik kargayı yuvadan dışarı çıkarıyor ve onunla oynuyordu. Konuşmayı öğretiyordu ona. Anne Karga da arada bir uğruyor, yavrusu için yiyecek bir şeyler getiriyordu; bir parça et, sabun, bu tür şeyler… Bir seferinde iki tane örümcek getirmişti. Örümcekler Anne Karga’nın gagasının arasına sıkışmış, kolları bacakları hareket ediyor ama kaçıp kurtulamıyorlardı. Amma da uzun bacakları vardı. Ulduz onları görünce korktu. Anne Karga:
“Korkma canım, bak şimdi yavrum nasıl da güzel yiyecek bunları.”
Gerçekten de Karga Bey büyük bir iştahla yedi örümcekleri, ardından da gagasını birkaç defa sağa sola sürttü yerde:
“Anneciğim, bunlardan yine getir tadı çok güzel.”
Anne Karga:
“Tamam, olur.”
Ulduz:
“Bizim mutfakta bunlardan çok var. Sana getiririm.”
Karga Bey şöyle bir yutkundu ve teşekkür etti. O günden sonra Ulduz, sağda solda dolaşıp örümcek avcılığına soyundu. Yakaladıklarını gömleğinin cebine koyuyor, kaçamasınlar diye de düğmesini ilikliyordu. Bulduğu ilk fırsatta da Karga Bey’in yanına gidip ona yediriyordu.
Bu örümcekler elbette, minik karga için yiyecek sayılmazdı. Bunlar bir nevi horoz şekeri, badem gibi atıştırmalık tatlı gıdalardı. Anne Karga demişti ki:
“Eğer canlılar yemek yemezlerse kesin olarak ölürler. Yiyecekten başka hiçbir şey canlıları hayatta tutamaz.”
Bir gün öğle yemeğinde sofranın başında, üvey anne, ayakları kırılmış birkaç örümceğin sofrada yürümeye çalıştığını gördü. Ulduz, bunların kendi cebinden kaçan örümcekler olduğunu anladı hemen. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Önce hemen bunları toplayıp cebine atmak istedi ama sonra hiç üstüne alınmamanın daha doğru olacağını düşündü. Üvey anne, örümcekleri bacaklarından tutup dışarı attı. Bu bela da böylece savuşmuş oldu.
Yemekten sonra Ulduz, topladığı örümceklerden kalanları vermek için Karga Bey’in yanına gitti, cebinden kaçıp dışarı atılanların da birkaçını bahçenin kenarında bulmuştu. Bir tanesini bacaklarından tuttu, minik karganın ağzına koymaya davrandı. Yavru karganın ağzına nasıl yemek konulması gerektiğini, Anne Karga’dan öğrenmişti daha önceden.