Piskopos, birden durarak “Bana öyle geliyor ki bu masada eksik bir şey var.” dedi.
Madam Magloire, aslında gerekli olduğu üzere masaya sadece üç takım çatal ve kaşığı yerleştirmişti. Ancak Piskopos akşam yemeklerinde misafiri olduğu zaman, mutlak surette masaya altı gümüş takımın yerleştirilmesini isterdi. Bu, onun açısından tamamen masumane bir gösterişti. Bir nevi lüksün zarif görüntüsü olan bu takımlar, onun yoksul hanesinde sahip olduğu en büyük eğlencesiydi.
Madam Magloire; onun bu sözüyle ne demek istediğini hemen anlamış, tek kelime etmeden dışarı fırlamış ve kısa bir süre sonra Piskopos’un kastettiği geri kalan üç takım gümüş çatal kaşık ile geri dönerek onları masanın üzerine simetrik olarak yerleştirmişti.
IV
Pontarlier’nin Peynir Fabrikaları ile İlgili Ayrıntılar
Şimdi o masada geçenler hakkında sizlere bir fikir vermek adına, Matmazel Baptistine’in Matmazel Boischevron’a yazdığı mektuplardan birinden, hükümlü ile Piskopos arasındaki konuşmanın ustaca bir incelikle anlatıldığı pasajı aktarmak istiyorum.
…Bu adam sofrada kimsenin yüzüne bakmıyordu. Büyük bir açgözlülükle yemeğini yemeye odaklanmıştı. Ama yemekten sonra şöyle dedi: “Tanrı’nın bahşettiği Saygıdeğer Monsenyör, hazırlamış olduğunuz bu yemekler benim açımdan elbette ki yeterli ancak yemek yememe izin vermeyen o arabacıların sizden çok daha mükellef bir sofraya sahip olduklarını söyleyebilirim.” Aramızda kalsın ama bu sözleri beni gerçekten sinirlendirmişti. Kardeşim ona şöyle cevap verdi: “Onlar benden çok daha yorgun olduklarındandır.” “Hayır.” diye yanıtladı adam. “Onların daha fazla parası olduğu için. Siz fakirsiniz, bunu açıkça görebiliyorum. Hatta belki de bir papaz bile değilsinizdir. Yoksa sadece bir köy papazı mısınız? Ah, şayet Tanrı adaletli olsaydı, sizin kesinlikle bir papaz olmanız gerekirdi!”
“Yüce Tanrı adaletli olmaktan çok daha fazlasıdır.” dedi ona kardeşim. Sonra hemen ekledi: “Mösyö Jean Valjean, Pontarlier’ye mi gidiyorsunuz?”
“Oraya gitmek zorundayım.”
Adam sanırım buna benzer bir şey söylemişti. Sonra şöyle devam etti: “Yarın gün ağardığında yeniden yola koyulmalıyım. Yolculuk çok güç oluyor. Geceler ne kadar soğuksa gündüzler de bir o kadar sıcak oluyor.”
“Güzel topraklara gidiyorsunuz.” dedi ona kardeşim. “Devrim sırasında ailem dağıldığında ben de önce Franche-Comte’a sığınmıştım ve bir süreliğine orada çalışarak nafakamı çıkardım. Güçlü ve sağlıklı bir adamdım. Orada yapabileceğim çok iş vardı. Birinin sadece o işlerden birini seçmesi gerekiyordu. Orada kâğıt fabrikaları, tabakhaneler, içki fabrikaları, petrol fabrikaları, büyük ölçekli saat fabrikaları, bakır fabrikası; dördü Lod, Chatillon, Audincourt ve Beure topraklarına kurulmuş en az yirmi demir dökümhanesi vardı. Bu elbette ki kabul edilebilir büyüklükte iş olanağı sağlıyordu.”
Kardeşimin bahsettiği isimlerin bunlar olduğunu söylerken yanılmadığımı düşünüyorum. Tam bu sırada, onunla konuşmayı bırakarak bana döndü: “Sevgili kız kardeşim, orada bizim akrabalarımız yok mu?” dedi.
Ben de cevapladım: “Bazı akrabalarımız vardı, hatta eski zamanlarda Pontarlier kapılarına bakan Yüzbaşı Lucenet de bizim akrabamızdı.”
“Evet.” diyerek devam etti kardeşim. “Ama 1793’te hiç akrabamız yoktu. İnsanların kendi başının çaresine bakması, hayatını kazanmak için bizzat çalışması gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Pontarlier topraklarında tam olarak nereye gidiyorsunuz, Mösyö Valjean? Orada gerçekten büyük ve güzel peynir fabrikaları vardır. Büyüleyici bir endüstriye sahiptir, kardeşim. Meyvelik dedikleri peynir mandıraları bulunmaktadır.”
Sonra kardeşim, bir taraftan adamı yemek yemeye teşvik ederken diğer taraftan büyük bir dikkatle ona Pontarlier’deki peynir fabrikaları hakkında açıklamalar yapıyordu. Bu fabrikaları iki sınıfa ayırmıştı: Zenginlere ait olan ve her yaz üç ila dört ton peynir üreten, kırk veya elli ineğin bulunduğu büyük fabrikalar ve daha fakirlere ait olan mandıralar. Bunlar ineklerini ortak kullanan ve hasılatı paylaşan dağ köylüleriymiş. Her hissedar, ineklerin başına bir kâhya bırakırmış. Onlar da peynir yapma zamanı olan nisan ayının sonuna kadar her gün, günde üç sefer süt sağar; aldıkları sütü de iki liste üzerinde işaretlerlermiş.
Yemeklerden yedikçe adamın giderek gücünü geri kazandığını görebiliyordum. Kardeşim, oldukça pahalı olmasına karşın o güzel Mauves şarabından misafirine bolca ikram ediyordu. Kardeşim bütün bu ayrıntıları, sizin de aşina olduğunuz o rahat neşesiyle anlatıyor; konuşması arasında bir taraftan da bana iltifatlar yağdırıyordu. Sohbeti sırasında sık sık o peynir imalathanelerine geri dönerek misafirine, aslında onun açısından en uygun tavsiyenin de kendisi açısından en uygun sığınacak yerin de orası olduğunu ima ediyordu. Bu konuda bir şey, beni fazlasıyla etkilemişti. Bu adam gerçekten de tam olarak sana anlattığım gibi biriydi. Eh, bu arada ne yemek sırasında ne de tüm akşam boyunca kardeşimin bu adama kendisinin kim olduğunu söylememesi de gözümden kaçmamıştı. Bu konuda ona tek bir kelam dahi etmemişti. Onun yerinde başka birisi olsa misafirinin karnını doyurduktan sonra ona küçük küçük vaazlar vermekten çekinmez, mahkûmu bir din adamı sıfatıyla etkilemeye çalışarak ona neler yapması konusunda tavsiyelerde bulunurdu. Böylesi talihsiz bir adamla karşılaşan biri, onu gelecekte daha iyi davranması için teşvik edebilir; bedenini olduğu kadar ruhunu da beslemek ve ona, ahlak dersi ve öğütleriyle terbiye edilmiş bir parça sitem ya da biraz merhamet bahşetmek için bu fırsatı kesinlikle kullanabilirdi. Kardeşim ise ona ne tam olarak nereden geldiğini ne de geçmişinde neler yaşadığını sormuştu. Çünkü adam geçmişinde büyük hatalar yapmıştı ve kardeşim ona, bunu hatırlatabilecek her şeyden kaçınıyor gibi görünüyordu. Hatta Pontarlierlilerin çok rahat yaşadığını, onların Tanrı’nın talihli kulları olduklarını söylediği zaman, adamın bundan kırılabileceğini düşünerek sözlerini kısa kesti.
Kardeşimin düşüncelerini zihnimde tartarak onun yüreğinden geçenleri anladığımı sanıyorum. Adı Jean Valjean olan bu adam çok talihsiz ve çok acı çekmiş bir kimseydi. Kardeşim ise en iyisinin onu geçmişine dair düşüncelerden uzaklaştırmak olduğunu ve ona gayet doğal davranarak diğer insanlardan hiçbir farkı olmadığına inandırmak için elinden geleni yapıyordu. Şefkat ve acımak da böyle hareket etmemizi gerektirmiyor muydu zaten? Vaazdan, ahlak dersi vermekten, kinayelerden uzak duran bu ince duruşla, yüreği acıyla dolu bir kimseyi avutmaya çalışmak, bir fakire sadaka vermekle eş değer değil miydi? Bir insanın acılarına dokunmamak gerekir sevgili dostum, kardeşim de bunları düşünüyor ama her hâlükârda size şunu söyleyebilirim ki içinde beslediği tüm bu düşüncelerini bana yansıtmamak için çabalıyordu. Adamın buraya gelmesinden itibaren, sonuna kadar ona her zaman başkalarına davrandığı gibi davranıyor; bu Jean Valjean’ı sanki karşısında Mösyö Gedeon ya da Prevost varmış gibi ağırlıyor; diğer tüm papaz arkadaşlarına yemek veriyormuş gibi onunla sıcak sohbetler ediyordu.
Yemeğin sonlarına doğru, incir yemeye başladığımız sırada kapı çaldı. O, bahsi geçen Gerbaud, kucağında bebeğiyle içeri girdi. Kardeşim bebeği alnından öptü ve Rahibe Gerbaud’ya vermek üzere bana emanet etmiş olduğu on beş santimi, kadına vermek için benden aldı. Adam bu sırada etrafındaki hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Artık konuşmayı da bırakmıştı ve çok yorgun görünüyordu. Zavallı Gerbaud ayrıldıktan sonra, kardeşim misafire doğru dönerek: