“Bu konuda ne düşünüyorsun?” demiş gulyabani kocaman suratını Gabriel Grub’a döndürerek.
Gabriel çok güzel olduğuna dair bir şeyler mırıldanmış ve gulyabani keskin bakışlarını üzerinde gezdirirken biraz utanır görünmüş.
“Seni alçak herif!” demiş gulyabani, aşırı bir nefretle. “Seni!” sanki bir şeyler daha ekleyecek gibi görünse de öfke ağzından çıkanları maskelemiş. O yüzden bükülebilir bacaklarından birini iyi hedef alabilmek için başına kadar kaldırıp Gabriel Grub’ı bir güzel tekmelemiş. Bunun ardından alçak hademenin yöresinde bekleyen bütün gulyabaniler aynı yeryüzündeki saray mensuplarının, kral kimi tekmelerse sen de onu tekmele ve kral kime sarılırsa sen de ona sarıl şeklindeki kuralına uygun olarak hademeyi acımadan tekmelemişler.
“Ona biraz daha gününü gösterin!” demiş gulyabanilerin kralı.
Bu son sözün üstüne bulut dağılmış; çok verimli ve güzel bir manzara görünür olmuş. Bu, bugünlerde bile eski manastır kasabasına bir kilometre ötedeki bir araziye aitmiş. Güneş; bulutsuz gökyüzünde parlıyor ve onun etkisi altında ışınların altında su parıl parıl parıldıyor, ağaçlar daha yeşil, çiçekler daha neşeli görünüyormuş. Su hoş bir sesle akıyor, ağaçlar yapraklarının arasından geçen hafif rüzgârla hışırdıyor, kuşlar dallarda şakıyor ve çayır kuşları güneşi selamlıyorlarmış. Evet, sabah olmuş; parlak ve ılık yaz sabahıymış. En minik yaprak, en ince çimen bile hayatla birmiş. Karınca günlük işleri için yola çıkmış, kelebek kanat çırpıp güneşin tadını çıkarıyor; sayısız böcek şeffaf kanatlarını açmış ve kısa ancak mutlu yaşamlarının keyfine varıyormuş. Adam bu manzara karşısında mest olmuş biçimde yürüyormuş, her şey aydınlık ve görkemden ibaretmiş.
“Seni alçak adam!” demiş gulyabani kralı öncekinden daha da nefret dolu bir tonla. Sonra ayağını kaldırmış ve yine hademenin omuzuna indirmiş. Elbette yardımcı gulyabaniler de başlarının izinden gitmişler.
Bulut çok kez gelip gitmiş ve omuzları gulyabaninin bacaklarının sıklıkla inen tekmeleri nedeniyle ağrıyor olsa da hiçbir şeyin yok edemeyeceği bir ilgiyle sahneleri izleyen Gabriel Grub’a pek çok ders öğretmiş. Çok çalışan ve işçilikle bir lokma ekmek kazananların neşeli ve mutlu olduklarını; doğanın en saf ve tatlı yüzünün de asla yanılmayan bir neşe ve mutluluk kaynağı olduğunu görmüş. Narin biçimde büyütülmüş ve dikkatle yetiştirilmişlerin yokluk karşısında neşeli olduğunu ve çok daha güçlülerini parçalara ayıracak acılar karşısında yıkılmaz olduklarını çünkü gönüllerinde mutluluk, memnuniyet ve huzur taşıdıklarını görmüş. Kadınların, Tanrı’nın en narin ve hassas yaratıklarının, çoğunlukla acı, sıkıntı ve üzüntüye karşı en dayanıklılardan olduklarını ve bunun sebebinin de kalplerinde asla tükenmeyen bir merhamet ve bağlılık kaynağı taşımaları olduğunu görmüş. Her şeyin ötesinde kendi gibi şenlik ve neşe karşısında öfkelenenlerin yeryüzünün en kötü ayrık otları olduğunu görmüş ve eğer iyilikle kötülük karşılaştırılırsa dünyanın sonuçta aslında gayet dürüst ve saygıdeğer bir yer olduğu kararına varmış. Bu fikre varmışken son görüntünün üzerini örten bulutlar, sanki hislerini de örtüyor ve onu uykuya yatırıyor gibi gelmiş. Gulyabaniler birer birer silinmişler ve sonuncusu ortadan kaybolduğunda uykuya dalmış.
Gün doğduğunda ve kendini kilise avlusundaki düz mezar taşının üstünde, yanında etrafa yayılmış ve üstü dün geceki kırağıyla kaplanmış hâlde boş içki şişesi, paltosu, küreği ve feneriyle boylu boyunca yatar bulduğunda gün epey aydınlanmış. Dün gulyabaninin üstünde oturduğunu gördüğü mezar taşı dimdik duruyormuş ve yine dün üzerinde çalıştığı mezar da fazla uzak değilmiş. İlk başta maceralarının gerçekliğinden şüphe duymaya başlasa da doğrulmaya kalktığında omuzlarında hissettiği şiddetli acı, gulyabaniler tarafından tekmelenmenin kesinlikle hayal ürünü olmadığına ikna etmiş. Gulyabanilerin mezar taşlarıyla uzun eşek oynadıklarına dair bir iz olmamasına şaşırmış olsa da hemen sonrasında bunu ruhların görünürde iz bırakamayacak olmasına yormuş. Böylece Gabriel Grub sırtı ağrıdığı için elinden geldiğince doğrularak ayağa kalkmış ve paltosunun üstündeki kırağıyı silkeleyerek giymiş ve yüzünü kasabaya çevirmiş.
Ama o değişmiş bir adammış ve pişmanlığıyla alay edilecek ve değişimine inanılmayacak bir yere dönme düşüncesine katlanamamış. Bir süre tereddüt etmiş ve sonra ekmeğini nerede kazanabileceğini bulmak üzere geldiği yola geri dönmüş.
Fener, kürek, içki şişesi o gün kilise avlusunda bulunmuş. Başlarda hademenin kaderiyle ilgili pek çok tartışma varmış ancak kısa sürede onun gulyabaniler tarafından kaçırıldığı fikrine varılmış. Güvenilir tanıklar onun tek gözü kör, aslan butlu ve ayı kuyruklu, kahverengi bir atın sırtında uçup gittiğini çok net biçimde gördüklerini iddia etmişler. Sonuç olarak tüm bunlara yürekten inanılıyormuş ve yeni hademe de meraklılara önemsiz bir ücret karşılığında sözü geçen at tarafından hava uçuşu sırasında kazara düşürülmüş ve bir ya da iki sene sonra kendi tarafından bulunmuş kilise rüzgâr gülünü gösteriyormuş.
Ne yazık ki Gabriel Grub’un pejmürde, hâlinden memnun, romatizmalı yaşlı bir adam olarak on sene sonra beklenmedik biçimde ortaya çıkmasıyla bu öyküler bozulmuş. Hikâyesini rahibe ve valiye anlatmış ve zamanla bugüne kadar geldiği şekliyle bir tür tarihî gerçek olarak nitelendirilmeye başlanmış. Rüzgâr gülü hikâyesine inananlar bir kez güvenoylarını kaybetmişler ve kolay kolay geri kazanacak gibi değillermiş, o yüzden ellerinden geldiğince bilge görünmüş, omuz silkmiş, alınlarına dokunmuş ve Gabriel Grub’ın bütün cini içip sonra yatay mezar taşında uyuyakalmasıyla ilgili bir şeyler mırıldanmışlar. Onun gulyabani mağarasında şahit olduğu şeyleri aslında dünyayı gezdiği ve bilgeleştiği fikriyle açıklıyorlarmış. Ancak zaten hiçbir zaman tutmamış olan bu fikir zamanla unutulmuş.
Artık gerçek her neyse ne, en iyisini bilemesek bile bu hikâyenin öğreteceği bir şey vardır ki o da Gabriel Grub, yaşamının sonuna kadar romatizma çektiğine göre, eğer bir adam Noel zamanı huysuzlaşır ve kendi kendine içerse ve daha iyisini yapmayı akıl edemezse ruhlar nasıl gulyabani mağarasında Gabriel Grub’a gününü gösterdilerse öylesini ya da daha kötüsünü yapabilecekleridir.
Otuzuncu Bölüm
Pickwickçilerin Nasıl Serbest Meslek Erbabı Bir Çift Gençle Tanışıp Yakınlık Kurdukları, Buzla Nasıl Oyalandıkları ve Ziyaretlerin Nasıl Sonuca Ulaştığıyla İlgili Bölüm
“Söyle bakalım Sam.” dedi Mr. Pickwick, çok sevdiği hizmetkârı Noel sabahı elinde ılık suyla yatak odasına girerken. “Hava hâlâ buz gibi mi?”
“Su kabındaki su donmuştu, size öyle diyeyim.” diye yanıt verdi Sam.
“Hava kötü Sam.” diye yorumda bulundu Mr. Pickwick.
“Sıkı giyinenler için hava hoş, aynı