Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.
Yirmi Dokuzuncu Bölüm
Gulyabanilerin Kaçırdığı Kilise Hademesinin Hikâyesi
Ülkenin bu taraflarında, eski bir manastır kasabasında; uzun, çok uzun zaman önce, öyle uzun zaman önce ki büyük büyükbabalarımız buna inandılarsa mutlaka doğru olduğunu düşündüğümüz bir hikâyenin kahramanı olan, Gabriel Grub adında bir kilise hademesi ve mezar kazıcısı yaşarmış. Bir insan sırf bir kilise hademesi ve etrafı sürekli ölümü çağrıştıran sembollerle çevrili olduğu için somurtkan ve melankolik olacak diye bir şey yoktur. Cenaze levazımatçıları dünyanın en neşeli insanlarıdırlar. Bir zamanlar yakinen tanıma fırsatına eriştiğim, cenazelerde parayla yas tutan bir arkadaşım olmuştu. Özel hayatında, yani iş başında değilken upuzun bir şarkıyı tek bir kez bile takılmadan okuyan, nefes bile almadan koca bir bardak içkiyi kafasına diken şakacı ve esprili bir adamın tekiydi. Ancak Gabriel Grub, bu kadar aksi örneğin yanında; kötü huylu, sinirli, suratsız herifin biriymiş. Suratsız ve yalnız biriymiş, kendi ve cebinde taşıdığı büyükçe bir içki şişesi dışında kimseye tahammül edemezmiş. Eğer yanından gülümseyerek geçerseniz size öyle kötü, öyle ters bakarmış ki kendinizi kötü hissedermişsiniz.
Bir Noel arifesi, alaca karanlıktan kısa bir süre önce Gabriel küreğini sırtına yüklemiş, lambasını yakmış ve eski avluya doğru yollanmış çünkü sabaha kadar kazması gereken bir mezar varmış ve kendini çok güçsüz hissettiğinden, eğer bir anda işe koyulursa neşesi yerine gelir belki diye düşünmüş. Tarihî yoldan gideceği yöne yürürken bir çift eski pencere kanadının ardından parlayan harlı ateşin neşeli ışığını görmüş ve bu ateşin etrafında toplanmış oturanların kahkahalarını ve neşeli bağırış çağırışlarını duymuş. Ertesi günün neşesine yönelik telaşlı hazırlıkları ve bunun sonucu oluşan ve pencerelerden bulutlar hâlinde yükselen sayısız lezzetli yemeğin kokusu burnuna gelmiş. Bunların hepsi Gabriel Grub’ın kalbinde yaraymış. Sonra çocuklar gruplar hâlinde evlerden çıkmış, karşıya geçmiş ve karşı yoldaki evin kapısını henüz çalamadan etrafları yarım düzine kadar kıvırcık saçlı çocuk tarafından sarılmış ve hep birlikte yukarı kata Noel oyunları oynamaya çıkarlarken Gabriel; fukara tesellisi olarak kızamık, kızılcık, pamukçuk, boğmaca gibi hastalıkları düşünüp yüzünde beliren korkunç bir sırıtışla küreğine daha da sıkı sarılmış.
Bu keyifli düşünceler eşliğinde yoluna devam eden Gabriel, kilise avlusuna giden karanlık yola sapana kadar karşısına çıkan komşuların iyi niyetli kutlamalarına hep bir homurtuyla karşılık vermiş. Zaten Gabriel de karanlık yola sapmayı iple çekiyormuş çünkü burası genelde gayet hoş, kasvetli ve hüzünlü, kasaba ahalisinin güneşin en tepede ve güçlü bir şekilde parladığı saatler dışında pek sapmak istemediği türden bir yermiş. Bu nedenle tarihî manastır ve dazlak kafalı keşişlerin zamanından beri Tabut Yolu olarak anılan bu sığınak gibi yerde, ufak bir bacaksızın kutlu Noel’le ilgili neşeli bir şarkı tuttuduğunu duyduğunda hissettiği öfke azımsanacak gibi değilmiş. Gabriel yürümeye devam ettikçe ve ses yakınlaştıkça sesin kaynağının eski caddedeki veletlere katılmak için acele etmekte olan ve hem kendine yoldaş olsun hem de eğlentiye hazırlık olsun diye avazının çıktığı kadar şarkı söylemekte olan ufak bir oğlana ait olduğunu görmüş. Bu nedenle Gabriel, oğlanın yanına gelmesini beklemiş ve onu köşeye kıstırıp sesini kıssın diye feneriyle kafasına beş altı kere vurmuş. Oğlan eli kafasında, az öncekinden çok farklı bir tını tutturmuş hâlde koşarken Gabriel Grub içten bir kahkaha attıktan sonra, kilise avlusuna girip kapıyı ardından kapatmış.
Paltosunu çıkarmış, fenerini yere bırakmış ve kazımı tamamlanmamış mezara girerek bir saat kadar istekle çalışmış. Ancak toprak, kırağıyla birlikte sertleşiyormuş ve artık toprağı kırıp kürekle dışarı atmak kolay bir iş olmaktan çıkmış. Hem zaten ay çıkmış olsa da çok cılızmış ve kilisenin gölgesinde kalan mezara çok az ışık veriyormuş. Başka zaman olsa Gabriel Grub bundan dolayı karamsar ve sefil bir duruma düşermiş ancak küçük çocuğun sesini kestiğine o kadar memnunmuş ki azıcık aşama kaydetmiş olsa da bu gecelik işini bitirdiğinde kazdığı yere keyifle bakmış ve eşyalarını toplarken bir mırıltı tutturmuş:
Tek kişilik cesur pansiyonu, tek kişilik cesur pansiyonu,
Yaşam bitince çekerler üstüne bir metrelik soğuk toprak;
Kafana bir taş, ayağına bir taş,
Oldun mu kurtlara kallavi bir sofra;
Üstünde sıra sıra ot, çevrende nemli kil,
Tek kişilik cesur pansiyonudur, bu kutsal topraklardır yeri!
“Ah aman!” diye gülmüş Gabriel Grub, en sevdiği dinlenme yeri olan düz bir mezar taşının üstüne oturmuş, cebinden içki şişesini çıkarırken. “Noel’de bir tabut! Noel kutusu! Ho! ho! ho!”
“Ho! ho! ho!” diye tekrarlamış kulağa hemen arkasındaymış gibi gelen ses.
Gabriel tam içki şişesini dudaklarına götürmek üzereyken tedirgin olup duraksamış ve etrafına bakınmış. Yanı başındaki en eski mezarın dibi cılız ay ışığında en az kilise avlusu kadar sessiz ve sakinmiş. Buz gibi kırağı mezar taşlarının üstünde parıldıyormuş ve eski kilisenin taş oymaları üstünde sanki bir dizi değerli taş gibi ışıldıyormuş. Toprağı kaplayan kar, çıtır çıtırmış ve ara ara küçük tepeler oluşturmuş. Öyle ki sanki o tepelerin altında yalnızca kefenlerine sarılmış cesetler var gibi görünüyormuş. Bu sakin görüntünün huzurunu bozacak tek bir çıtırtı bile yokmuş. Sanki ses bile donmuş gibiymiş, her şey öylesine soğuk ve kıpırtısızmış ki.
“Sadece yankıydı herhalde.” demiş Gabriel Grub şişeyi yeniden dudaklarına götürerek.
“Değildi.” demiş kalın ses.
Gabriel ürkmüş, şaşkınlık ve korku karışımı bir duyguyla olduğu yerde kalakalmış çünkü gözlerinin önünde görüntü kanını dondurur nitelikteymiş.
Yakınındaki dik mezar taşında oturmuş, garip, olağanüstü bir varlık varmış. Gabriel bunun bu dünyaya ait bir şey olmadığını hemen hissetmiş. Yerlere kadar uzanabilecek kadar uzun olan bacakları tuhaf ve sıkışık, düğümlenmiş, adaleli kolları da çıplak ve elleri dizlerinin üstündeymiş. Güdük, yuvarlak hatlı bedeninin üstünde dar, yırtık pırtık bir elbise; sırtındaysa