Fakat Francisco Pizarro, ağır elini Balboa’nın omuzuna koydu ve onun tutuklandığını söyledi. Pizarro’da da ölümsüzlük arzusu kabarmıştı, o da Altın Ülkesi’ni fethetmek istiyordu ve önden giden bu gözü pek adamı ortadan kaldırmak hiç de fena olmayacaktı. Vali Pedrarias, sözde bir isyan olayı yüzünden dava açar; hızlı ve haksız bir biçimde yargılanır. Birkaç gün sonra Vasco Núñez de Balboa, en sadık arkadaşlarıyla birlikte boyunlarının vurulacağı kütüğe doğru yürür; celladın kılıcı havada parlar ve yere yuvarlanan baştaki gözlerin ışığı, insanlık tarihinde dünyamızın iki okyanusunu da ilk defa görmüş olan gözlerin ışığı, bir saniyede ebediyen söner.
BİZANS’IN FETHİ
Tehlikenin Fark Edilişi
5 Şubat 1451’de gizli bir ulak, Sultan Murat’ın Küçük Asya’daki en büyük oğlu yirmi bir yaşındaki Mehmet’e, babasının ölüm haberini getirir. Kurnaz olduğu kadar da enerjik olan bu genç şehzade, vezirlerine ve danışmanlarına tek kelime bile etmeden atlarının içinden en iyisine atlar ve bu harika safkan atı kamçılayarak Boğaz’a kadar olan yüz yirmi mili gider ve hemen Avrupa kıyısındaki Gelibolu’ya geçer. Ancak orada, kendisine en sadık olan adamlarına babasının öldüğünü söyler ve taht üzerinde hak iddia edebilecek herkesi hemen durdurabilmek için seçme askerlerden bir ekip oluşturur; onlarla birlikte, hiçbir itirazla karşılaşmadan Osmanlı İmparatorluğu’nun padişahı olarak kabul gördüğü Edirne’ye gider. İlk yönetim eylemleri, Mehmet’in son derece merhametsiz kararlılığını gösterir. Peşinen aynı kanı taşıyan bütün rakiplerini yok etmek için henüz reşit olmayan erkek kardeşini hamamda boğdurtur ve hemen sonrasında da -bu da onun önceden düşündüğü kurnazlığını ve vahşiliğini gösteriyor- kardeşini öldürmesi için görevlendirdiği katili de öldürtür.
Dikkatli bir devlet adamı olan Murat’ın yerine bu genç, coşkulu ve şöhret düşkünü Mehmet’in, Türklerin Sultanı olduğu haberi Bizans’ı dehşete düşürür. Zira Bizanslılar yüzlerce muhbiri sayesinde bu hırslı adamın bir zamanlar dünyanın başkenti olan şehri egemenliği altına almaya yemin ettiğini ve gençliğine rağmen gecelerini, hayatının bu amacını gerçekleştirmek için stratejik fikirler üretmekle geçirdiğini biliyorlardı; aynı zamanda da tüm raporlar yeni padişahın, olağanüstü askerî ve diplomatik becerilerinden bahsetmekteydi.
Mehmet, her ikisindendi; aynı zamanda hem dindar hem de acımasız, hem hırslı hem de sinsi, bilgili ve sanatsever bir adamdı. Sezar’ın ve Romalıların biyografilerini Latinceden okuyor ama aynı zamanda da su gibi kan akıtıyordu. Zarif ve melankolik gözleri, keskin hatları olan papağan burunlu bu adam; yorgunluk bilmeyen bir işçi, cesur bir asker, acımasız bir diplomattı ve tüm bu tehlikeli güçleri tek bir fikre hizmet ediyordu: Avrupa’ya ilk defa yeni Türk milletinin askerî üstünlüğünü kabul ettirmiş olan büyükbabası Beyazıt’tan ve babası Murat’tan daha büyük işler yapmak. İlk hamlesinin, Konstantin’in ve Justinianus’un ellerinde kalan son değerli taş olan Bizans’a yönelik olacağı biliniyor ve hissediliyordu.
Bu değerli taş, kararlı bir yumruk için gerçekten de korumasız ve çok yakındaydı. Bir zamanlar İran’dan Alp Dağları’na ve Asya çöllerine kadar uzanan, geçilmesi aylar süren bu toprakların tek efendisi olan Bizans, Doğu Roma İmparatorluğu artık yürüyerek üç saatte rahatlıkla geçilebilir duruma gelmiştir; maalesef bugün bu Bizans İmparatorluğu’ndan geriye gövdesiz bir baş, ülkesiz bir başkent kalmıştır: Konstantinopel, Konstantin’in şehri, eski Bizans. Ve bu Bizans’tan, bugünkü İstanbul’dan bile sadece bir bölüm İmparator Basileus’a aittir; Galata şimdi Cenevizlilerin yönetimindedir ve surların dışında kalan bütün topraklar da Türklerin eline geçmiştir. Bu imparatorluğun sadece bir avuç kadarı son imparatorundu: Adı Bizans olan, sadece kocaman surların çevrelediği kiliseler, palaslar ve karmaşık mahallerdeki evlerden başka bir şey değildir. Haçlılar tarafından bir defasında iliğine kadar soyulmuş, veba yüzünden halkı azalmış, göçebelerin sürekli saldırılarına karşı savunmaktan yorgun düşmüş, ulusal ve dinî kavgalar yüzünden parçalanmış bu şehrin, bir ahtapot gibi kollarını her taraftan saran düşmana karşı kendi gücüyle kendisini savunabilmek için ne askeri ne de cesareti vardır. Son Bizans İmparatoru Konstantin Dragas’ın pırıltısı artık sadece rüzgârdan bir palto, tacı da kaderin bir oyunudur.
Fakat şimdi artık Türkler tarafından kuşatılmış olan ve binlerce yıllık ortak kültür bağları nedeniyle bütün Batı’da kutsal sayılan bu Bizans, Avrupa’nın onurunun bir sembolüydü. Birleşik Hristiyan dünyası Doğu’daki artık yıkılmaya yüz tutmuş bu son kaleyi koruyabilirse Ayasofya, Doğu Roma Hristiyanlığı’nın son ve aynı zamanda dünyanın en güzel kilisesi olarak kalmaya devam edebilecektir.
Konstantin hemen tehlikeyi fark eder. Mehmet’in bütün barış konuşmalarına rağmen haklı korkulara kapılıp İtalya’ya ulak üzerine ulak gönderir; Papa’ya ulaklar, Venedik’e ulaklar, Cenova’ya ulaklar gönderir; kadırgalar ve askerler yollamalarını ister. Ancak Roma tereddüt eder, Venedik de. Çünkü Doğu’nun inancı ile Batı’nın inancı arasında hâlâ eski ilahiyat ayrılığı devam etmektedir.
Rum Kilisesi, Roma Kilisesi’nden nefret etmekte ve Patrik’i, Papa’yı en büyük lider olarak tanımamakta direnmektedir. Gerçi Türk tehlikesi nedeniyle Ferrara ve Floransa’da toplanan iki ruhani mecliste iki kilisenin tekrar birleşmesi kararı alınmış ve Türklere karşı savunmasında Bizans’a yardım edileceğine dair güvence verilmiştir ancak Bizans’ı tehdit eden Türk tehlikesinin pek de acil olmadığını zanneden Rum Ruhani Meclisi, antlaşmayı yürürlüğe koymayı reddeder. Ancak Mehmet şimdi Sultan olunca, tehlike Ortodoksların inadından büyük olmuştur: Bizans, Roma’ya acele yardım edilmesini de rica ederek antlaşmayı kabul ettiğini bildirir. Şimdi kadırgalara asker ve mühimmat yüklenir ama Papa’nın özel temsilcisi de Avrupa’nın iki kilisesinin barışını kutlamak ve Bizans’a saldıranın, karşısında birleşmiş bir Hristiyanlık âlemi bulacağını törenle bütün dünyaya ilan etmek üzere gemilerden biriyle gider.
Barış Ayini
O aralık gününün görkemli gösterisi: Bir zamanlar, bugün artık hayal bile edemeyeceğimiz mermer, mozaik ve pırıl pırıl parlayan değerli eserlerin bulunduğu o camide, o eşsiz güzellikteki bazilikada, barışın büyük kutlaması yapılır.
İmparatorluğundaki bütün makam sahiplerini çevresine toplayan Konstantin, krallık tacı ile iki kilise arasında varılan bu ebedî barış antlaşmasına bağlı kalacaklarını göstermek için en yüksek makamdaki tanık ve kefil olarak gelir.
Sayısız mumun aydınlattığı bu dev salon, hıncahınç doludur; Roma Katolik Kilisesi elçisi olarak Isidorus ile Ortodoks Patriği Gregorius, mihrabın önünde kardeşçe dururlar; bu kilisede ilk defa dua ederken yine Papa’nın da adı anılır. Aziz Spiridon’un naaşı, barışmış iki kilisenin görevlileri tarafından törenle taşınırken ilk defa Latince ve Rumca söylenen dinî şarkılar aynı anda bu ebedî katedralin kubbelerine yükselir. Doğu ile Batı, iki ayrı inanç, ebediyen birleşmiş