Duyduğum dehşet aklın alamayacağı boyutlardaydı. Aldığım alkolün son zerresi de işlevini yitirdiği için şimdi iki misli kararsız ve şaşkındım. Gemiyi yönetmekten tamamıyla aciz olduğumu ve şiddetli bir rüzgârla kuvvetli bir cezir dalgasının bizi hızla felakete doğru sürüklediğini biliyordum. Arkamızda bir fırtınanın yaklaştığı apaçıktı; ne pusulamız ne de yiyeceğimiz vardı. Şimdiki rotayla devam edersek de gün ağarmadan kayıplara karışacağımız aşikârdı. Bu ve buna benzer sürüyle dehşet verici düşünce, şaşırtıcı bir hızla kafamdan geçerek bir süre için beni âdeta felç edip harekete geçmemi engelledi. Gemi, ne flok ne de ana yelkeni almadan, baş omuzluğu tamamen köpüklere gömülmüş bir hâlde, rüzgârın önünde korkunç bir hızla ilerliyordu. Augustus, duman yekesini anlattığım şekilde bırakmışken ve ben de aşırı panik yüzünden kontrolü ele almayı akıl edemezken, teknenin bir tarafa fazla yaslanıp kalmaması doğrusu büyük mucizeydi. Her nasılsa, şansın da yardımıyla gemi dengesini korudu ve ben de bir dereceye kadar aklımı başıma toplayabildim. Yine de rüzgâr hâlâ korkutucu bir şekilde hızlanmaktaydı. Gemi dalgaların ileri doğru fırlatmasıyla havaya yükseldiği zamanlar, deniz geminin kıç tarafını yalayıp içeri düşerek bizi sırılsıklam hâlde bırakıyordu. Vücudum artık hiçbir uzvumu hissedemeyeceğim derecede uyuşmuştu. Sonunda bütün cesaretimi toplayıp koşarak mayistra yelkenini boylu boyunca aşağı indirdim. Tahmin edileceği gibi, yelken sudan sırılsıklam olmuş bir vaziyette pruvanın üzerinden uçtu ve geminin direğini de kırıp bordaya dek sürükledi. Bu son kaza beni ani bir mahvoluştan kurtarmıştı. Flok yelkeninin altındaydım şimdi. Zaman zaman, kıç tarafından gelen sular başımdan aşağı geçiyor olsa da her şeye rağmen ani ölüm tehlikesinden kurtulmuş olarak uğuldayan rüzgâra karşı duruyordum. Sonra dümeni ele geçirdim ve hâlâ son bir kurtuluş şansımız olduğunu düşünerek daha rahat bir nefes aldım. Augustus, hâlâ geminin dibinde baygın yatıyordu. Düştüğü yerde suyun derinliği neredeyse üç-dört karışı bulmuştu ve muhtemel bir boğulma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Kısmen de olsa onu kaldırmayı becerdikten sonra, oturur pozisyonda tutarak belinin etrafından bir ip geçirip küçük kamaranın gövdesindeki halkalı cıvataya bağladım. Böylece içinde bulunduğum panik hâliyle ve soğuktan donmuş bir durumda her şeyi elimden geldiğince ayarladıktan sonra, kendimi Tanrı’ya emanet ettim. Artık olabilecek her şeye karşı bütün kuvvetimle göğüs germeye hazırdım.
İşte tam bu karara vardığım esnada, sanki binlerce canavarın gırtlağından kopup yükselen şiddetli ve uzun bir haykırış geminin etrafını ve üstünü tümüyle kapladı. O anda tattığım o yoğun dehşet hissini yaşadığım sürece unutmam mümkün değil. Saçlarım diken diken olmuş, kanım âdeta damarlarımda donmuş, kalbimse ha durdu ha duracak gibiydi. Daha kafamı bile kaldırıp beni bu denli dehşete düşüren şeyin ne olduğunu anlamadan, bilincimi yitirerek yerde baygın yatan arkadaşımın üzerine boylu boyunca yığılmışım.
Ayıldığımda kendimi, Nantucket’e bağlı “Penguen” adlı büyükçe bir balina gemisinin kamarasında buldum. Başıma bir dolu insan üşüşmüştü. Augustus da bir ölününkinden daha soluk görünen bir suratla ellerimi ovuşturmakla meşguldü. Gözlerimi açtığımı görünce sergilediği minnet ve sevinç gösterisi, etrafımda toplanmış kaba saba adamların kâh kahkahalara, kâh gözyaşlarına boğulmasına neden olmuştu. Sonra nasıl olup da hayatta kalabildiğimiz bize anlatıldı. Nantucket’e bir an evvel varabilmek için bütün yelkenlerini açmış hâlde ve bizim rotamızla aynı istikamette ilerleyen bir balina gemisi bize çarpmıştı. Gemide birkaç adam gözcülük yaptığı hâlde, çarpışma kaçınılmaz olana dek bizim farkımıza varamamışlardı. Beni o anda dehşete düşüren o haykırışlar, meğer bizi uyarmak için bağıran gözcülerin çığlıklarıymış. Bana anlatıldığına göre, bizim ufak yelkenli nasıl ki bir tüyün üzerinden kolayca geçerse, bu devasa gemi de bizim üzerimizden aynı şekilde geçmiş, hatta bu sırada rotası bile değişmemişti. Gerçi bizim çelimsiz gemi, yok edici tarafından yutulurken, bir an için gövdelerin sürtünmesinden, rüzgâr ve denizin kükremesine karışmış ufak bir gıcırtı sesi duyulmuştu, ama hepsi buydu işte. Bunun dışında kurbanlık geminin güvertesinden tek bir çığlık bile yükselmemişti. Bizim gemiyi (Hatırlanacağı gibi artık ana direği yoktu.) şimdi başıboş bir deniz kabuğu olarak gören kaptan, (New London’dan Kaptan E.V.T. Block) bu mesele hakkında fazla kafa yormaya gerek görmeden yola devam etmekten yanaydı. Ama şans eseri iki gözcü, bizim geminin dümeninde birilerini gördüklerine yeminler etmiş ve kurtarılma şansları olduğunda ısrar etmişlerdi. Akabinde çıkan tartışmada kaptan sinirlenmiş ve bir süre sonra, Herhâlde hayatı boyunca yumurta kabuklarına dikkat etmekle uğraşamayacağını, bunun kendisini ilgilendirmediğini ve geminin böyle saçma sapan şeylerle oyalanamayacağını, dahası eğer birisi yaralanmışsa bunun kendi suçu olduğunu söylemişti. Ancak ikinci kaptan Henderson olaya karışmış ve ruhsuz vahşetin bu derece aşağılık bir örneğini yansıtan böyle bir konuşmaya, tüm mürettebatın da desteklediği haklı bir infialle karşı çıkmıştı. Adamların da kendisini desteklediğini görerek, kaptana onu darağacı için çok uygun bir aday olarak gördüğünü ve karaya adım atar atmaz asılacağını bilse bile emirlerine uymayacağını dobra dobra söylemişti. Sonra, kıça doğru yürümüş ve beti benzi atan kaptanı bir tarafa doğru iteleyip dümeni kaparak kararlılıkla emretmişti: “Orsa alabanda3” Adamlar bunun üzerine yerlerine koşturmuşlar ve gemiyi düzgünce döndürmüşlerdi. Bütün bu olaylar beş dakika içinde olup bitmişti ve herhâlde bir kimsenin bu kadar kısa bir zamanda kurtarılabilmesi imkân sınırlarını zorluyordu. Ama okuyucunun da gördüğü gibi ben de Augustus da kurtarılmıştık ve bunu aklın alamayacağı iki şanslı olaya borçluyduk ki inanç sahibi ve ferasetli insanlar bunun Tanrının özel bir ihsanına bağlıyorlardı.
Gemi henüz orsa alabanda hâlindeyken kaptan küçük filikayı denize indirip, tahminimce beni dümende görüp bağıran o iki tayfayla birlikte, içine atlamıştı. Gemi henüz rüzgâr altını terk etmişti ki Henderson, adamlarına kürekleri siya4 etmelerini haykırmaya başlamıştı. Gemi rüzgâra doğru iyice kaykılmıştı ve artık Henderson’un ağzından başka hiçbir şey duyulmuyordu, “Kürekler siya, kürekler siya!” Adamlar emri bütün hızlarıyla yerine getirmeye çalışıyor, o arada gemideki tayfaların hep beraber çabalayarak indirmeye çalıştıkları yelkene rağmen, gemi tam bir dönüş yapmış. Tam o sırada geminin sancak tarafı büyük bir yalpalanmayla omurgasına kadar suyun üstüne çıkınca, ikinci kaptanın endişesinin nedeni anlaşılmış. Bir insan bedeninin,