“Sizce… Mevzinin nerede olduğunu da sormak istiyordum size…” dedi Piyer.
“Mevzi mi? Bu benim işim değil. Tatarinovo’yu geçtiğiniz zaman orada bir şeyler kazıp durduklarını göreceksiniz. Tepeden görürsünüz.”
“Öyle mi… Eğer siz…”
Doktor, Piyer’in sözünü kesti ve arabasına doğru yürüdü.
“Size yolu göstereyim ama artık burama geldi!” Boynunu gösteriyordu. “Acele kolordu komutanına gidiyorum. Bizde işler nasıldır bilirsiniz Kont… Yarın savaş vereceğiz, yüz bin askerden yirmi bininin yaralanacağını söyleyebiliriz. Oysa bizde, altı bin kişi için bile ne sedye ne yatak ne sıhhiye görevlisi ne hekim var. On bin araba var ama başka şeyler de gerekli. Kendi yağımızla kavrulmak zorundayız.”
Beyaz şapkasına neşeli bir merakla bakan sağlıklı ve canlı, genç ve yaşlı bu binlerce insanın içinden yirmi bininin yaralanmaya ve ölmeye kaçınılmaz bir şekilde mahkûm olduğu -bunlar, kendi gördüğü kimseler olabilirdi- düşüncesi, Piyer’i çok etkilemişti.
Yarın ölebilirler… Peki, nasıl oluyor da ölümden başka bir şey düşünebiliyorlar? diye düşünüyordu. Ansızın gizli bir çağrışımla Mojaisk Tepesi, yaralılarla dolu arabalar, çan sesleri, güneşin eğik ışınları, süvarilerin şarkıları canlandı hayal gücünde. Tatarinovo’ya doğru ilerlerken: Süvariler savaşa gidiyor ve yolda yaralılarla karşılaşıyorlar, kendilerini bekleyen şeyi bir an bile düşünmüyorlar, yaralıların yanından onlara göz kırparak geçiyorlar, oysa aralarından yirmi bini ölüme mahkûm ve şapkama bakıp matrak geçiyorlar! Ne garip! diye düşündü.
Bir büyük toprak sahibinin yolun solundaki evinin önünde, binek ve yük arabaları, emir erleri, devriyeler duruyordu. Serenisim burada kalıyordu. Ama Piyer geldiğinde evde değildi, kurmay subaylarından da kimse yoktu, hepsi ayindeydi. Piyer, Gorkiy’e doğru yoluna devam etti.
Tepeye gelip köyün yoluna varınca kalpakları haçlı ve beyaz gömlekli köylü milisleri ilk defa gördü. Piyer; yolun sağında, üzerini otlar kaplamış bir tepede, yüksek sesle konuşarak, gülerek ter içinde, canla başla çalışıyorlardı. Tepede duran iki subay emir veriyordu.
Asker olmaktan hoşlandıkları belli olan bu köylüleri görünce Mojaisk’teki yaralı askerleri hatırladı ve “Bütün halkla yüklenmek isteniyor.” diyen askerin bu sözünün gerçek anlamını kavramaya başladı. Savaş alanında çalışan, garip ve kaba çizmeli, boyunları terlemiş, düğmeleri çözülmüş gömleklerinden güneşte yanmış köprücük kemikleri görünen bu sakallı mujikler; Piyer’e göre durumun ciddiyetine ve yüceliğine, o ana kadar görüp işittiği her şeyden daha fazla şahitlik ediyordu.
XXI
Piyer arabadan indi; çalışan milislerin yanından geçip doktorun, savaş alanını görebileceğini söylediği tepeye tırmandı.
Saat on birdi; güneş biraz solda, Piyer’in arkasındaydı ve pırıl pırıl, saydam havada, önünde bir anfiteatr şeklinde açılan bayırın her yerini parlak ışıklarıyla aydınlatıyordu.
Tepenin beş yüz adım kadar ilerisinde ve aşağısında, beyaz kiliseli köyden (Borodino’ydu burası.) geçen büyük Smolensk yolu, bu anfiteatrı keserek yukarısında ve solda kıvrılarak uzanıyordu. Köyün sonunda bir köprüden geçen yol, inişler ve yokuşlar oluşturup kıvrılarak altı verst uzakta görülen Valuyeva köyüne doğru yükseliyordu. (Napolyon şu anda oradaydı.) Valuyeva’nın ötesinde de ufukta, sararmış bir ormanın içinde gözden kayboluyordu. Sağda, bu ormanın içinde, ta uzakta, Kolost Manastırı’nın haçı ve çan kulesi güneşte parlıyordu. Bu uzak mavilikte, ormanın ve yolun sağında ve solunda yakılmış ateşlerin dumanları; bizim ve düşmanın, belli belirsiz asker yığınları görülüyordu. Sağda, Koloça ve Moskova ırmakları boyunca arazi engebeli ve dağlıktı. Tepeler arasındaki boğazlardan, Bezzuhovo ve Zaharino köyleri göze çarpıyordu. Solda arazi düzdü; yakılmış bir köy, Semyonoskaya köyü görünüyordu uzaktan.
Piyer’in gördükleri o kadar belirsizdi ki arazinin hiçbir bölümü hayalinde canlandırdığı görüntüye uymuyordu. Hayal ettiği savaş alanını hiçbir yerde bulamıyor; yalnızca tarlalar, boş alanlar, ormanlar, dumanlar, köyler, tepeler, dereler görüyordu. Bütün dikkatine rağmen bu görünümde mevzi diyebileceği bir şey bulamıyordu. Bizim kıtaları bile düşman kıtalarından ayırt etmesi imkânsızdı.
“Bir bilene sormalı!” diyerek iri gövdesine, sivil kıyafetine merakla bakan bir subaya döndü.
“Şu karşıdaki köyün hangisi olduğunu söyler misiniz lütfen!” dedi.
“Borodino. Öyle değil mi?” dedi subay, arkadaşına dönerek.
“Evet, Borodino…” dedi arkadaşı.
Subayın, bir sohbet imkânı doğmasından hoşnut olduğu besbelliydi.
“Şu karşıdakiler, bizimkiler mi?” dedi Piyer.
“Evet, biraz ötedekiler de Fransızlar. Bakın, görünüyorlar.”
“Nerede? Nerede görünüyorlar?” dedi Piyer.
“Çıplak gözle görülebiliyorlar. İşte!”
Subay, ırmağın ötesinde yükselen dumanı işaret ediyordu. Piyer, rastladığı birçok insanda gördüğü sert ve ciddi anlamın subayın da yüzünde belirdiğini fark etti.
“Ha evet… Fransızlar bunlar. Peki şuradakiler?..” diyerek solda, bir tepenin yakınında görünen birlikleri işaret etti Piyer.
“Onlar, bizimkiler.”
“Ha… Demek bizimkiler. Peki şuradakiler?..”
Daha uzaktaki bir tepeyi işaret etti. Boğazdan görünen köyün yakınındaki bu tepenin üzerinde bir ağaç vardı, köyün yanından da dumanlar yükseliyordu ve kapkara bir şey seçiliyordu.
“Ah, yine o!” dedi subay. (Orası Şevardino Tabyası’ydı.) “Dün bizimdi, bugün onun.”
“Peki bizim mevzimiz nerede?”
“Mevzimiz mi?” dedi subay hoşnutluk duyduğu apaçık belli olarak. “Bunu çok iyi açıklayabilirim size çünkü bütün siperlerimizi ben yaptım. Bakınız, bizim merkezimiz şurada, Borodino’dadır.” Tam karşılarındaki beyaz kiliseli köyü gösteriyordu. “Şurada da Koloça Irmağı’nın geçidi var. Şurada, sıra sıra kesilmiş otların durduğu yerde de köprü var. Orası merkezimizdir. Sağ kanadımız şurada.” Boğazın derinliklerinde tam sağda bir nokta gösterdi. “Moskova Irmağı oradan geçer, çok güçlü üç tabya kurduk orada. Sol kanat…” Burada biraz sustu. “Doğrusu, bunu anlatmak güç… Dün sol kanadımız orada, Şevardino’daydı; işte, şu meşe ağacının olduğu yerde, şimdi sol kanadı arkaya aldık, şimdi bakın, şu dumanları ve köyü; Semyonovsko’yu görüyor musunuz, sol kanadımız işte orada ve şurada.” Bunu derken Rayevski Tepesi’ni gösterdi. “Ama orada savaş olacağını sanmam. Onun buraya asker yığması aldatmacadır. Şüphesiz Moskova’nın sağından bir çevirme hareketi yapacaktır. Ama ne olursa olsun, yarın teftişte pek çok asker eksik olacak!”
Subay konuşurken yanına yaklaşmış olan yaşlı bir astsubay, onun sözünü bitirmesini bekliyordu. Ama son söylediklerine canı sıkılarak subayın sözünü kesti:
“Gabiyon almaya gitmek gerekiyor…” dedi sert bir şekilde.
Subay, ertesi gün birçok askerin eksik olacağının düşünülebileceğini ama bundan söz etmenin doğru olmadığını anlamış gibi bozuldu.
“Tamam! Yine