IV
13 Haziran gecesi saat ikide, İmparator; Balaşef’i çağırdı ve Napolyon’a yazdığı mektubu okuyarak Fransa İmparatoru’na bizzat götürüp vermesini emretti. Yaverini uğurlarken Rus toprakları üzerinde silahlı tek bir düşman kalsa bile barış yapmayacağını tekrarladı ve bu sözleri Napolyon’a mutlaka söylemesi gerektiğini bildirdi. İmparator, son anlaşma girişimini de engelleyebileceğini sezdiği için bu sözlere mektubunda yer vermemişti. Ama Balaşef’in bunu, Napolyon’un yüzüne karşı söylemesi konusunda ısrar etti.
Yanında bir borazancı ve iki kazak olduğu hâlde ayın 13’ünü 14’üne bağlayan gece yola çıkan Balaşef, Fransız İleri Karakolu’nun bulunduğu Rikonti köyüne gün ağarırken vardı ve Fransız süvari nöbetçileri tarafından tutuklandı.
Koyu kırmızı üniformalı, tüylü kalpaklı bir Fransız hafif süvari astsubayı, yaklaşan Balaşef’e durması için bağırdı. Balaşef bunu dinlemedi ve ilerlemeye devam etti.
Kaşlarını çatan, küfürler savuran astsubay; atını Balaşef’e doğru sürüp kılıcına el attı ve sağır olup olmadığını, söylediklerini duyup duymadığını sorarak Rus Generali’ne kaba bir şekilde çıkıştı. Balaşef kendisini tanıttı. Erbaş, bir subaya haber vermek üzere bir er gönderdi.
Balaşef’e aldırış etmeyen astsubay, arkadaşlarıyla kendi işlerinden söz ediyor; Rus Generali’ne bakmıyordu bile.
En yüksek iktidar ve güce yakın olan, daha üç saat önce İmparator’la konuşmuş bulunan ve genellikle görevi dolayısıyla her zaman saygı gören Balaşef; Rus toprağı üzerinde böyle düşmanca bir tavırla karşılaştığı ve özellikle kaba kuvvet tarafından hiçe sayıldığı için tedirgin olmuştu.
Güneş, bulutların ardından henüz beliriyordu; hava serin ve nemliydi. Köyden çıkan bir sürü, otlaklara yönelmişti. Tarlalarda su yüzüne çıkan kabarcıklar gibi kırlangıçlar, cıvıltılarla art arda göğe yükseliyordu.
Balaşef, haber gönderilen subayın köyden gelmesini bekleyerek çevresine göz gezdiriyordu. Kazaklar ve Rus borazancı, arada bir Fransız süvarileri ile göz göze geliyorlardı.
Yatağından yeni kalkmış olduğu belli olan Fransız Hafif Süvari Albayı, güzel kır bir at üzerinde köyden çıkıp geldi; yanında, maiyetinden iki kişi vardı. Subayın, askerlerinin ve atlarının üzerinden güven ve zarafet akıyordu sanki.
Seferin henüz başıydı ve birlikler resmigeçitteymiş gibi alımlıydılar ama savaşçı bir çalım ve savaş başlangıcında her zaman görülen neşe ve zindelik vardı üzerlerinde.
Fransız Albayı, esnemelerini güçlükle önlüyordu ama kibar davrandı ve Balaşef’in görevinin tüm önemini kavramış gibi göründü. Onu, ileri karakol hattının ötesine geçirdi ve isteği üzerine kendisini hemen İmparator’a takdim edeceğini çünkü genel karargâhın pek yakında olduğundan şüphe duymadığını söyledi.
Fransız hafif süvarilerinin atlarını bağladıkları kazıkların, Albay’larını selamlayan ve Rus üniformalarına merakla bakan nöbetçilerin ve erlerin arasından geçip Rikonti köyünden çıktılar. Balaşef’i kabul edecek ve istediği yere götürecek tümen komutanının iki kilometre uzakta olduğunu söyledi Albay.
Güneş yükselmişti ve göz kamaştırıcı yeşillikler üzerinde neşeyle parıldıyordu.
Tepe üzerindeki bir hanı ancak geçmişlerdi ki karşı bayırdan bir grup atlının kendilerine doğru geldiğini gördüler. Başlarında, koşumları güneşte parlayan siyah bir atın üzerinde; kırmızı pelerinli, şapkası sorguçlu, uzun boylu bir adam vardı. Siyah saçları, kıvrım kıvrım omuzlarına dökülüyordu ve uzun bacaklarını, Fransızların ata binme tarzına uygun olarak ileri doğru uzatmıştı. Sorguçları, mücevherleri, sırmaları, parlak haziran güneşinde parıldayarak dörtnala Balaşef’e yaklaştı bu adam.
Balaşef ile bilezikli, sorguçlu, gerdanlıklı ve sırmalı bu azametli ve gösterişli süvari arasında iki at boyu uzaklık kalınca Fransız Albay Ulner, saygıyla fısıldadı: “Le Roi de Naples.”9 Gerçekten de bu süvari, artık “Napoli Kralı” diye adlandırılan Murat’ydı. Napoli Kralı olmasının nedenini anlamak imkânsız olduğu hâlde böyle deniyordu ve Napoli Kralı olduğuna o kadar inanmıştı ki eskisinden çok daha azametli ve kasıntılı bir hâl almıştı. Bu konuda o kadar şüphesizdi ki ayrılmasından bir gün önce karısıyla Napoli sokaklarında dolaşırken birkaç İtalyan, “Viva Il Re!”10 diye bağırınca hüzünlü bir tebessümle eşine dönerek “Les malheureux, ils ne savent pas que je les quitte demain!”11 demişti.
Ne var ki Napoli Kralı olduğundan şüphe duymadığı ve geride bıraktığı uyruklarının acısını yürekten paylaştığı hâlde, orduya katılma emrini almasından ve özellikle, “Je vous ai fait roi pour régner à ma manière mais pas à la vôtre.”12 diyen kayınbiraderi Yüce Napolyon’la Danzig’de görüşmesinden bu yana, alışık olduğu işine neşeyle koyulmuş ve besili ama hantallaşmamış bir beygir gibi arabaya koşulur koşulmaz yerinde duramaz olmuş; cafcaflı ve şatafatlı bir şekilde süslenerek neşe ve mutlulukla, nereye ve niçin gittiğini bilmeden Polonya yollarında at koşturmaya başlamıştı.
Murat, Rus Generali’ni görünce bukleli uzun saçlarının süslediği başını krallara yaraşır azametli bir hareketle geriye atarak Fransız Albayı’na “Ne var?” der gibi baktı. Albay da adını bir türlü söyleyemediği Balaşef’i, Majestelerine saygıyla tanıttı.
Albay’ın, onun ismini söylemekte zorlandığını fark eden Murat, “De Balmachève!” dedi ve krallara yaraşır bir alçak gönüllülükle
“Charmé de faire votre connaissance Général.”13 diye de ekledi.
Yüksek sesle ve hızlı konuşmaya başlayınca krallara has bütün yüceliği, kendisi farkına bile varmadan Kral’ı bırakıp gitmiş ve kişiliğinin esas özelliği olan babacan tavıra bürünmüştü. Elini, Balaşef’in atının boynuna koydu. Gücünü aşan bir duruma esef ediyormuş gibi “Eh bien, Général, tout est