“Uslu dur!” dedim Belbo’ya.
Ağaçların altında, üzerinde şarap şişesi ile iki kadeh olan bir masa vardı. Meyhane sahibi ihtiyar adam bana bir kadeh doldurdu. Mekân köy meyhanesi gibi bir yerdi. Herkes akrabaya benziyordu ve Torino’dan toplanıp gelmiş gibi bir hâlleri vardı.
“Hava böyle güzel olunca iyi tabii.” dedi ihtiyar bir kadın. “Yağmurlar başlayıp her yeri çamur götürdüğünde görürüm ben sizi!”
“Merak etme ninem, senin yerin bizim yanımız.”
“Bu bir şey değil ki. Ben kışı düşünüyorum.”
“Savaş kışa kalmaz ki.” dedi küçük oğlanlardan biri, sonra fırladı gitti.
Fonso ile kızlar, uzaktan gelebilecek herhangi bir uğultu ya da uçak motorlarının gürültüsünü duymaya hazır, şarkılarını kısık sesle söylemeye devam ediyorlardı. Ben de öten çekirge korosunun arasından gelebilecek herhangi bir sesi işitebilmek için sık sık kulak veriyordum ki birden yaşlı kadın yine kapıyı açtı. Bu sefer ben de seslenerek kapıyı kapamasını söyledim.
Bu insanlarda bana tanıdık gelen bir şey vardı. Bu genç adamların şakalaşmaları, dostlar ile şarapla kolay kazanılan bu samimiyet bana o eski günlerdeki kenti, Po Nehri’nin yukarısındaki köyde geçirdiğim akşamları, kasaba girişindeki pastaneleri, eski dostlukları hatırlatıyordu. Tepenin o serinliğinde, etrafındaki o açık alanlarda, sirenlerin çalmasıyla bastıran o gerginlikte gözden uzak kalmış, eski, kırsal bir tadı yeniden keşfediyordum. İçgüdüsel olarak kızların ve kadınların sesini takip edip sessizliğe büründüm. Fonso’nun esprilerine ses çıkarmadan, sallana sallana güldüm. Sonra açık gökyüzünün altında diğerleriyle birlikte bir kirişin üzerine oturdum.
Bir ses bana, “Peki ya sen? Sen ne yapıyorsun? Tatile mi çıktın?” diye sordu.
Sesi tanıdım. Şimdi geri dönüp baktığımda düşünmeme bile gerek yokmuş diyorum. Ses tonu oldukça pişkin, derin ve cüretkârdı. Bu civarlarda kadınlarda sıkça duyduğum bir ses tonuydu bu.
Şaka yaparak köpeğimle mantar toplamaya çıktığımı söyledim. Öğretmenlik yaptığım yerde mantar yiyip yemediğimizi sordu.
“Öğretmen olduğumu nereden çıkardın?” dedim şaşkınlıkla.
“Çok bariz.” diye yanıtladı karanlıkta.
Sesinde hafif bir alaycılık sezdim. Belki de maskeli balolarda duyulan iğneleyici şakalardan biriydi bu. Onunla o zamana dek konuştuklarımı seri şekilde kafamdan geçirdim ama kendimi ele verdiğime dair hiçbir delil bulamadığım için benim yaşlı ev sahiplerini tanıyanların çoktan hakkımda birçok şey biliyor olabileceklerine kanaat getirdim. Torino’da mı yoksa tepede mi kaldığını sordum kadına.
“Torino.” diye yanıtlayıverdi hemen.
Karanlıkta bile alımlı biri olduğunu anlayabildim. Omuz ve bacaklarının şeklini seçebiliyordum. Ellerini dizlerinde kavuşturmuş, gururlu bir tavırla başını geriye atmıştı. Yüzünü seçmeye çalıştım.
“Beni yemeyi düşünmüyorsundur umarım.” diye yapıştırdı.
Tam o anda kentte tehlikenin geçtiğine işaret eden alarm sesi işitildi. Herkes bir anlığına tereddüt içinde sessizliğe büründü sonra herkes derin bir oh çekti. Oğlanlar oradan oraya sıçramaya, yaşlı kadınlar şükür duaları mırıldanmaya, erkekler ise kadehlerine uzanıp sevinç içinde elleriyle masada ritim tutmaya başladı. Herkes bir yorum yapıyordu: “Bu gecelik de bu kadar.”
“Daha sonra gelirler artık.” “Sizin için yaptım bunu İtalyanlar!”
O kadın ise yerinden kımıldamamıştı. Hâlâ başını arkasındaki duvara dayamış oturuyordu. “Cate’sin sen. Cate’sin, öyle değil mi?” diye sordum fısıldayarak. Yanıtlamadı. Gözlerini kapadığını hisseder gibiydim.
Herkes toparlanıp evlerine dönmeye başladığı için benim de harekete geçme vaktim gelmişti. İçtiğim şarabın parasını ödemek istedim ama “Olmaz öyle şey!” diye çıkıştılar. Başımı eğerek teşekkür ettim, Fonso ve bir başkasıyla tokalaşıp Belbo’yu çağırdım. Sonra birden kendimi yolun ortasında yapayalnız, evin karanlık duvarına bakarken buluverdim.
Çok geçmeden köşke varmıştım. Bu sırada akşam olmuş, gecenin karanlığı üzerimize çökmüştü. Elvira neredeyse kapı eşiğine kadar çıkmış, ellerini önünde sıkıca birleştirmiş, dudaklarını büzmüş beni bekliyordu. “Bu sefer hava saldırısı sirenlerine yakalandın. Merak ettik seni.” dedi. Başımı sallamakla yetindim. Önümdeki tabağa bakarak gülümsedim, yemeğimi yemeye başladım. Elinde lambayla sessizce arkamdan dolanarak mutfağa girip gözden kayboldu. Ardından mutfak dolaplarını kapadı. “Keşke her akşam böyle olsa.” diye mırıldandım. Yanıt vermedi.
Yerken az önceki karşılaşmayı, olup bitenleri aklımdan geçirdim. Cate’ten ziyade eski zamanları, geçen yılları düşünüyordum. İnanması güçtü ama sekiz hatta on yıl olmuştu galiba. Unutulmuş bir odayı, göz ardı edilmiş bir sandığın kapağını yeniden açmıştım sanki, içinde ise başkasına ait bir yaşam bulmuştum. Risklerle dolu, boşa gitmiş bir yaşam. Unuttuğum işte buydu. Beni şaşırtan ise ne Cate ne de geçmişte yaşanmış o gelip geçici hazlardı, o günleri yaşamış olan genç adamdı. Aynı olayların başına gelmesinden korktuğu için her şey ve herkesten kaçan, büyüyüp adam olduğunu sanan ve devamlı çevresindekilere bakınan, canını dişine takmış, hayatın başlamasını bekleyen o sabırsız gençti. Bu gençle ortak yanlarımız nelerdi? Onun için ne yapmıştım? O sıradan ama hayat dolu akşamlar, o gündelik maceralar, kendi yatağım ya da evimdeki pencere kadar alışık olup sahiplendiğim o umutların hepsi sanki uzak diyarlara, endişe ve sıkıntıyla geçen bir yaşama ait bir anıydı. Öyle ki geriye dönüp baktığımda bundan nasıl zevk almışım, bu yaşama nasıl böyle ihanet edebilmişim diye merak ettim.
Elvira eline bir mum alıp odasının derinliklerine çekildi. İşim bitip odadan ayrılırken kapatmamı istediği lambanın yaydığı ışık çemberinin dışında kalıyordu Elvira. Tereddüt içinde olduğunu görebiliyordum. Lamba düğmesinin yanında bahçe lambasının düğmesi de vardı. Yanlışlıkla o düğmeye basıp bahçeyi aydınlattığım çok olmuştur. “Merak etme, doğru düğmeye basacağım bu sefer.” dedim. Önce öksürdü sonra boğazını tutarak kendini gülmeye zorladı. “İyi geceler.” dedi.
Yalnız kalır kalmaz, “O eski günlerdeki genç adam değilsin. Artık risk almıyorsun.” diye düşündüm. “Bu kadın eve daha erken gelmeni, onunla sohbet etmeni istiyor ama söylemeye dili varmıyor. Ellerini önünde sıkıca birleştirmesi, yastığı sımsıkı kavraması, boğazını tutması bu yüzden. Bana fazla verebileceği yok, bunu da çok iyi biliyor. Ancak burada yalnız kaldığını gördüğü için kendisini kandırıp bu odada, bu lambanın altında, bu güzel perdelerin yanında, kendisinin yıkamış olduğu bu yatak örtülerinin arasında tüm yaşamını geçirmeni bekliyor. Sen de farkındasın bunun ama daha fazla risk almak istemiyorsun. Bu kadının peşinden değil, tepelerinin peşinden git!”
O eski Cate’in böylesi oyunlara kanıp kanmadığını merak ettim. Sekiz yıl önceki Cate nasıl biriydi? İşi gücü olmayan, alaycı, zayıf, devamlı eli ayağına dolaşan, çabuk öfkelenen bir kızdı. Birlikte bir yerlere çıktığımızda, sinemaya ya da çimlere gittiğimizde