Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
Kemal Timur, 1969 yılında Besni’nin Yazı Yalankoz Köyü’nde doğdu. 1993’te Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans, 1995’te yüksek lisans, 2001’de doktora öğrenimini tamamladı. Türkiye’nin farklı illerinde bulunan Kredi Yurtlar Kurumu öğrencilerine Safahat atölyesi çerçevesinde Mehmet Akif ve Safahat Okumaları konusunda seminerler verdi. Çeşitli kitap ve dergilerde editörlük görevinde bulundu. Yeni Türk Edebiyatı alanında yirmi üç kitaba imza attı. Halen Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümündeki görevini sürdürmektedir.
Eserlerinden Bazıları: Türk Romanında Dinler ve İnançlar 1872-1896, Ömer Seyfettin’in Kaleminden Şair ve Yazarlar, Meçhule Yolculuk Türk Romanında Sürgün.
Yayına Hazırladığı – Sadeleştirdiği Eserlerden Bazıları: Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, Müşahedat, Altın Âşıkları, Paris’te Bir Türk, Dürdane Hanım, Jön Türk, Dünyaya İkinci Geliş yahut İstanbul’da Neler Olmuş?, Mesail-i Muğlaka, Çengi, Cinli Han, Bahtiyarlık.
Ön Söz
Bugünlerde Mezhepler Nezaretine müracaatla din değiştirip Müslüman olanlar ne kadar çoğaldılar! Kadından da var, erkekten de. Hristiyan’dan da, Yahudi’den de. Hatta yerliden de var, yabancıdan da.
Bu din değiştirip Müslüman olanlar yalnız şu günlerde çoğaldıkça çoğalıyorlar değildir. Din değiştirip Müslüman olanlar öteden beri hakikaten çoktur. Bunların gazeteler ile ilan olunmaması Mezhepler Nezaretinin kusuru sayılmasın. Malum nezaret bunları ilana memur değildir. Din değiştirmek isteyenlere iman telkin edilerek eline bir ilmühaber vermeye memurdur. Şimdiye kadar Müslüman olanların ilan olunmamaları sadece gazetelerin kusurudur. Artık gazetelerimizin geçmiş kusurlarını affedelim de şimdi vazifeyi ifaya çalışalım. Onların bu yardımları için de kendilerine şükranlarımızı arz edelim.
Bundan (…) sene önce Fransa vatandaşı olan bir kız Müslüman olmuştu. O zamanlar gazeteler Müslüman olanları ilan etmedikleri için bu kızın din değiştirmesini elbette haber almamışsınızdır. Bu kızdan yedi sekiz ay sonra Fransa vatandaşlarından bir de erkek Müslüman oldu. Hem öyle sıradan adamlardan değil. O milletin kibar zenginlerinden! İhtimal ki hâlâ sağdırlar. Sağ iseler afiyette olsunlar. Vefat etmişler ise Hak rahmet eylesin. Her hâlde bu iki zatın Müslüman olması için de gayet güzel bir roman vardır. O kadar güzel ki, şu din değiştirme meselesinin meydana gelmesinde de anlaşılacağı üzere bu roman yalnız Avrupa’da ortaya çıkıp oradan buraya gelmiş değildir. İstanbul, Fransa ve Cezayir’i dolaşarak ortaya çıkmış bir romandır ki, okuyucularımızın hoşlarına gideceğini muhakkak bildiğimiz cihetle yazmasına teşebbüs ettik.
Birinci Kitap
Mahmum
1
Cihangir’de bir hane. Ama Cihangir’deki hanelere girip de bir taraftan Adalar’a ve diğer taraftan Hisarlara doğru uzanan alanı görüp takdir ettiğiniz var mıdır?
Bizce İstanbul’un en güzel mekânlarından birisi Cihangir’dir. Büyük yangınların vuku bulmasıyla birçok alan boş kalmıştır. Yeni taksim olunan arsalara bahçe için yer verilmiyor. Taksim olunan küçük küçük arsalar üzerine yapılan büyük kâgir binalar güya büyük tasarruf sağlar. İşbu yeni mahalleler, bahçe denilen şeyden mahrum kalırlar. Güya afetlerden korunmak için belediye yeni ve geniş sokaklara ağaç dikmeye çalışıyor. Ancak yerinden çıkarılması üzerinden aylar geçmiş olan fidanı sokakların iki tarafını biraz eşeleyip dikmekten ibaret iş neticesinde, o fidanlar bir aralık yeşerseler bile gelip geçen insanların ve hayvanların çatıp çarpmasından muhafaza edilemediği, sulanamadığı, budanamadığı için beş yüzde birisi korunamayıp mahvolur gider.
Cihangir Mahallesi hamdolsun henüz büyük bir yangın görmemiş ve yeniden imara girmemiştir. Zira bu sayededir ki Cihangir evlerinin çoğunda hâlâ bahçeler vardır. Her hane bir bağ köşkü gibi bahçe içindedir. Pencere önüne oturulduğu zaman en yakın olan komşu bahçeleri nazarlara çarptığı gibi ileriye doğru çevrilen nazarlar, Marmara ve Boğaziçi’nin değişen havasından kâh açık mavi kâh koyu yeşil rengiyle insanın içini ferahlandırır durur. Hâlbuki nazarlar gittikçe uzaklaşır. Çamlıca ve Kayış Dağı tepelerine kadar varır. Eğer hava berrak ise Marmara’nın karşı sahillerini Kapı Dağları’na kadar görür. Kapı Dağları’ndan uzanan Keşiş Dağı’nın her dem karlı tepelerinin bile görüldüğü nadir değildir.
Ufku bu kadar geniş olan Cihangir hanelerinin havası da ne kadar güzeldir. Batı lodostan poyraza kadar başlıca dokuz rüzgâr orasını çalkalar. İstanbul’un sair taraflarında insanı en ziyade rahatsız eden sıcaklık, Cihangir hanelerinde oturanları o kadar rahatsız etmez.
Bu hanelerin bir meziyeti de zeminlerinin yüksekliğinden dolayı denize bakıldığı zaman denizdeki gemilerin ta güvertelerinin bile görülmesindedir. Bir kere elde dürbün bu hanelerin birisinde gemilerin üzerini temaşa ederken, gömleğini dikmekte bulunan ve dolayısıyla başını önüne ziyadece eğmiş olan bir gemicinin yanına yavaş yavaş diğeri sokularak ensesine bir şamar indirmesinin ardından dikiş diken gemicinin ürkerek yerinden fırladığını görmüştük de kahkahalar ile gülmüştük. Şöyle bir temaşa Cihangir hanelerinden başka hangi yerin hanelerine nasip olabilir?
Hele okuyucularımızı göndereceğimiz konak yavrusu bir hane ki, Cihangir evlerinin en çok dikkat çekenlerindendir. Mahallece bu eve zaten “konak” derler. Hem de “Şemsizadeler konağı” denilir ki, gerçi şimdiki sahibi mahallece başka bir ad ile meşhur ise de konağın bu eski namı henüz kaybolmamıştır.
Sokak tarafı o kadar da dikkat çekmemektedir. Bir çift iri kanadın teşkil ettiği kapı konak kapısı ise de sair konak kapıları gibi daima açık bulunmaz. Kapısı açıldığı zaman görülür ki, bu kapının içi geniş bir mermerliktir. Kapıya karşılık tarafta diğer bir kapı daha bulunur ve o da açık ise ilerisindeki geniş bahçe görünür. Bu konak iki kat üzerine bina olunmuştur. Üst kat tamamen ve alt katın yarısı harem dairesidir ki toplam on dört odadan oluşmaktadır. Diğer yarısına yakın olan kısmında ise selamlık dairesi olarak dört odası daha vardır.
Böyle