Bu yolda aldığınız mektupları, bir dağınık dikkatle okumanız ihtimaline karşı mektubumu bu tehlikeden kurtarmak için şu ilk hileye başvurmak cesaretini gösterdim ki ileride değerlendireceğinizden emin olduğum pek ufak, önemsiz hizmetimin bu küstahlığımı size bağışlanabilir göstereceğinden şüphem yoktur.
Size bir şeyden bahsedeceğim. Fakat müsaade ve merhamet buyurunuz. Evet bir şeyden öyle bir şeyden ki onu anlatmak için hiçbir dilde bu şeye işaret olacak bir ad, bir kelime bulunamaz sanırım. Bu şey olsa olsa her dilde her şeye gösterilip de yine hiçbir şey ifade etmeyen şey kelimesinin belirsizlik manasıyla nitelendirilebilir.
Kendi kendime, Çok şey, dedim.
Aman birader aman!.. Bu şey kelimelerinin hücumu içinde boğulacağım. Bu şeylere bir şey demeliyim. Bu şeyi bir manaya yaklaştırarak onu kesinlikle ifade edebilecek bir kelime bulmalıyım. Bu anlatılamaz şey nedir bilir misiniz? Karıma olan muhabbetim…
Kendi kendime, Çok şey ki çok şey…
İşte söz buraya geldi mi beynim volkana dönüyor. Ağzımdan çıkan saçma sapan sözler, güçsüz kalemimden saçılan kelimeler havaya dağıldı yahut kâğıt üzerinde birer suret buldu mu tıpkı ateş saçan bir volkanın ağzından fışkırdıktan sonra yere dökülen maddeler gibi kül kesiliyor. Kalbimdeki yanardağın şiddetinden haber verecek gücü kaybediyor, içimdeki ateşin büyüklüğünü ifade edecek bir kelime bulamıyorum. Uğradığım felaketi, başımdan geçenleri size hikâye edeyim de bakınız dünyanın dört köşesinde yani Avrupa, Asya, Afrika, Amerika’da kimsenin başından böyle bir macera geçmiş midir?
Kendi kendime: Avustralya’yı unuttuğunuza şaştım. Onu da sayınız. Dünyanın beş köşesinde olur, beş kıtadan bir şey eksik kalmazdı…
Bütün evrenin olay yaratmada tek hikâyecileri bir araya toplansa buna benzer bir olay uyduramazlar. Tabiat işte bazen böyle bütün insanlık muhayyilesini, bütün hayal güçlerini renksiz bırakacak gerçekler gösteriyor.
Fakat nasıl anlatacağım? Elim ayağım titriyor. Hayır… Bunu yazı ile hikâye edemeyeceğim. Kalemler bunu anlatmaktan âcizdir. Yine yüzde elli kuvvetini kaybetmek üzere sözle belki anlatabilirim. O zaman hiç olmazsa kelimelerin ağzımdan çıkışlarındaki şiddeti, bir dakikada kaç renge girdiğimi, ne ağlanacak, gülünecek hâller aldığımı, bütün acıklı jestlerimi ve gülünçlüğümü gözlerinizle görür, kalemin kayıtsızca anlattıklarında karanlık kalacak bazı gerçekleri biraz gözden kaçırmamış olursunuz.
Bu olayın roman biçiminde anlatılmasını karımdan intikam almak için arzu ediyorum. O bana çektirmediğini bırakmadı. Fakat kader benim ona karşı elimi ayağımı bir süre bağlı bulundurdu. Olayı size bir defa hikâye edeyim. Tabii beğenip beğenmemek, yazmak veya yazmamak hususlarında yine karar sizindir.
Bu teklifim lütfen kabul buyurulursa sohbet gecemizi yarın gece olarak düzenleyelim. Çünkü benim için artık İstanbul’da yaşamak kabil olamayacağından bu buluşmamızın ertesi sabahında uzaklara seyahat için kendimi vapura atacağım.
Müsamere hazırlık ve dekorunun şunlardan ibaret olmasını rica ederim: Biri sizin biri benim için sobanın önüne karşı karşıya iki koltuk… Bunların arasına büyükçe bir sigara iskemlesi. Birinci neviden en az yüz gramlık bir kutu kalıp sigarası… Sıkça sıkça kahve… Az kaldı unutuyordum. Bir koca sürahi limonata… Çünkü olayı anlatırken cayır cayır yüreğim yanar, işte bu kadar… Tenezzül edip vereceğiniz yazılı cevabı almak üzere Ağa kulunuz yarın saat dörtte yüksek evinize gelecektir. Hürmetlerimle…
Bu mektubu okuyup bitirdikten sonra bir defa daha, “Çok şey…” dedim. Naki’nin anlatış ufukları mart havası gibi bazen düzeliyor, bazen bozuluyor. Söz karısına geçince bütün boralar işte orada kopuyor. O zaman acılarını anlatmak için, şey şey’lerden başka söyleyecek bir söz bulamıyor.
Bunların hepsi iyi ama insan muhabbetini anlatmak için emrinde söz bulamadığı karısının bir romancıya âleme ibret olsun diye hikâyesini mi yazdırır? Haydi işte size birçok şey daha… Sakın Naki Bey, aklı üzerine bazen gelir, bazen gider takımından olmasın?
Bu ihtimale dayanarak kendisini kabulde acele karara varmamalı, biraz düşünmeliyim. Olayı bana hikâye edeceği gecenin sabahı seyahate çıkacağını, kendisi için artık İstanbul’da yaşamanın mümkün olmadığını söylüyor. Karısından bu kaçışı ne suretle ve ne biçimde oluyor? Kadın hâlâ kendi nikâhında mıdır değil midir?
Mektubu birkaç defa okudum. İlk şüphelerimi çözümleyemedikten başka yeniden yeniye merak verecek bir hayli nokta daha buldum. Düşündüm, taşındım, nihayet Naki Bey’i yarın gece evime kabule karar verdim. İnsana saldırır güruhtan bile olsa ben onu her türlü ihtiyata göre kabul ettikten sonra kendi evimde bana ne yapabilir?
Bazı akşam Meddah’a, Karagöz’e gidiyor, bir sürü yaveler dinliyorum. Bir gece de Naki Bey’i dinlersem ne olur? Hikâye cılk çıkarsa o da şansıma… Herhâlde zavallının olağanüstü bir acısı olduğu anlaşılıyor. Bir gönül hastasını birkaç sözle teselli edebilirsem o da bir insanlık hareketi sayılmaz mı?
Bakalım şu zavallının karısından şikâyeti, kendini yurdunu terk etmek zorunda bırakacak kadar büyük üzüntüsü ne imiş? Bu kadar üzüntülü görünen bir adamın sözlerinde incelemeye değer bazı hâller bulunmamak kabil değildir.
Bu kararım üzerine yarın akşam kendilerini beklediğimi bildirir kısa bir tezkere yazdım. Zarfladım. Sabah saat dörtte gelecek uşağa teslim edilmek üzere lazım gelen adama verdim.
Ertesi akşam limonataları falan hep hazırlattım. Oturacağımız yerleri de Naki Bey’in isteğine göre düzenledim. Artık bekliyorum. Saat bir, bir buçuk oldu. Nihayet ikiye doğru kar yığınları üzerinde tekerleklerinin dönüş sesleri boğula boğula bir araba geldi. Bizim kapının önünde durdu. Azıcık sonra çıngırak şakırdadı. Kapı açıldı. Evin giriş yerinde bir gezinme oldu. Onu izleyerek merdivenlerden ayak sesleri işitildi.
Ben tanımadığım bu acayip misafirimi karşılamak için sofaya çıkarak merdivenden birkaç ayak indim. Mir’den yahut o ayar bir terzinin makasından çıkmış, samur kaplı bir paltoya bürünmüş, endamı narin, yürüyüşü nazik, yüzünde soylu bir güzellik ışıldayan ve yaşı yirmi altıdan yukarı tahmin edilemeyen genç bir adamın hafif bir gülümseme ile yukarı çıktığını gördüm. O anda mektuptaki sözlerden çıkardıklarımın birçoğunun yanlış olduğunu anladım.
Ben onun açık buğday solgun yüzü üzerine Yaradan’ın bütün sanatıyla resmettiği ince kaşlarını, bir yorgun mahmurluk içinde bayılan uzun siyah kirpiklerle çevrili elaya bakar güzel gözlerini, kansız ince dudaklarının üzerini süsleyen uçları yukarı kıvrık hafif bıyıklarını, gözleriyle yanaklarının sınırı arasındaki yorgunluk ve bezginlik işareti olan mavimtırak gölgeleri incelerken o da olanca dikkatiyle beni gözden geçiriyordu. Yanıma yaklaşınca heyecanının öncüsü birkaç sık nefes ve biraz tutuklukla sağ elinden kürklü güderi, açık soğan renkli eldivenini çıkarıp bana dostluk elini uzatarak dedi ki:
“Elimi size hem dostluğumu sunmak hem de şu birkaç basamağı çıkmaya yardım etmeniz ricasıyla uzatıyorum.”
Ben gülerek:
“Dostluğunuz bir şeref olduğu