İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
ÖN SÖZ
Gece saat bir buçuk var. Akşam yemeğinden henüz kalktım. Mevsim ocak… Dışarıda öyle bir bora ile kar yağıyor ki coşkun rüzgârın amansız şiddeti önüne düşen yapraklar, düşecekleri yönü şaşırmış, başıboş bir inişle kasırga harmanı içinde dönüp duruyor. Rüzgârın sokaklardan, damlardan süpürüp beyaz bir duman gibi havaya kaldırdığı karlar yukarıdan inenlerle çarpışıyor. Karın gökten mi yere, yerden mi gökyüzüne yağdığı fark olunamıyor.
Koltuğu sobanın yanına çektim. Bir elimde kahve, ötekinde sigara pencereleri sarsan boranın tiz perdelerden çok şaşırtıcı bir hızla çıkardığı “gam”ları, o keskin ıslıkları dinleyerek gökyüzünün bu şiddetine karşı kızıl pırıltılarından, tatlı çıtırtılarından teselli bekler gibi ateşe bakıyorum. Baktıkça da kürkün içine gömülüp büzülüyorum.
Rüzgâr, sarsıp geçtiği yerlerin her birinden bir başka tür korkunç sesler çıkartıyor. Camlar şangırdıyor. Ağaçlar başlarını yere eğmiş, titreyerek inliyor. Deniz büyük bir coşkunluk ve taşkınlıkla sanki karşılık vermek istercesine köpüre köpüre rüzgârla kavgaya atılıyor.
Köpeklerin, o zavallı yaratıkların ara sıra derinden, karlar altından boğuk boğuk havlamaları işitiliyor. Yirmi otuz saniye ara ile zayıf, kısık bir “hav hav”… İşte artık donuyoruz der gibi bir inilti, rüzgârın ıslıkları içinde boğulup işitilmez oluyor.
Böyle bir kış gecesi, ateş başında toplanıp sohbet etmek için ne güzel ne zevkli bir şeydir. Bu gibi kış gecelerinde çocukluğumu hatırlarım. Ama ne kadar tatlı bilseniz…
Eski evimizin orta katında kuytu, büyük bir oda vardı. Ortaya konmuş tepeleme dolu sarı mangalın çevresine biz, kız oğlan beş altı çocuk, annelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız dizilirdik. Komşu hanımlar da misafir gelirdi. “Bir perinin üç kızı varmış…” diye masallara girişilirdi. O saf çocukluğumla bu masalları o kadar dikkatle dinler, öylesine bir zevk duyardım ki şimdi en ciddi eserlerde bu tadı bulamıyorum.
Bir köylü Pembe Hanım vardı. Sözlerinin doğruluğuna bizi inandırmak için yeminler ede ede en korkunç “Gulyabani”, “Çarşamba Karısı” fıkralarını o hikâye ederdi.
Mısır ve bostan zamanı, tarladaki kulübelerinde ürünü beklerken bir gece mehtapta gulyabaninin biri kulübe kapısına kadar gelip de içeride süpürge bulunduğu için o tılsımdan korkarak kulübeye girmeye cesaret edememiş, giremediği için de hiddetinden dişlerini gıcırdata gıcırdata, öfkeli öfkeli çekilip gittiğini hikâye ettiği sırada ben dehşetimden büzüle büzüle yanımdaki kadına olabildiği kadar sokulmakla da kanaat edemez, eteğimi onun eteğine sımsıkı düğümlerdim. Sonra gulyabaninin arkasından dev, cadı hikâyelerinde korkum büsbütün artar, yanımdaki hanımla eteklerimizin düğümlü olduğunu unutur, o kadın kalkınca tabii eteğimden beni de sürüklerdi. O zaman beni gulyabaniler çekiyor sanarak avazım çıktığı kadar haykırırdım.
Pembe Hanım’ın, olay kahramanları bütün gulyabanilerden, devlerden meydana gelen o korkunç hikâyelerindeki kişileri nitelemek ve boylarını anlatmak için iki ölçüsü vardı. Bunlardan birincisi köy camisinin minaresi, ikincisi de kuyu başındaki kavak ağacı idi. Olanca dil açıklığı ve abartma gücü ile ellerini tavana doğru kaldırıp hikâyelerinin süsü olan gulyabanilerin boyunu bu iki ölçüye vurarak “İşte onlar köy minaresiyle o kavak ağacının tepesinden bakarlardı.” derdi. Biz de karşısında tiril tiril titredik.
Zavallı Pembe Hanım çoktan öldü. Tuhaf, acıklı veya garipliklerle dolu masallarıyla çocukluk gecelerimi hazlarla dolduran komşu hanımların da çoğu dünyalarını değiştirdiler. Sağ kalanların da kimi öksürükten kimi romatizmadan acı çekmekte. Hemen hepsi yılların ezici yükü altında düşkün, evlerinden dışarı çıkamıyorlar.
Şimdi onlardan biri gelse de bu gece bana bir masal söylese diye düşündüm. Böyle rüzgâr inler, ortalık titrerken bende, “gak” dedikçe bir koyun, “gık” dedikçe bir tulum su isteyen “Zümrüdüanka” kuşunun hikâyesini dinlemek gibi çocukça bir istek uyandı. Fakat artık buna imkân yoktu. O kadınlardan hiçbiri gelip de beni eğlendirebilecek hâlde değildi.
Bu arzumu ne ile yatıştırayım? Romanlardan çok seyahat eserlerini severim. Çünkü bunlar ötekilerden ziyade inandırıcıdır, belgelere dayanır. Masalı masal diye dinlersem de romanı masal diye okumak istemem. Bir hikâyecinin olayları düzenleyişinde yalan kokusu gözümde eserin değerini düşürür. Roman veya hikâye kelimesi “yalan”la anlamdaş gibidir. Fakat o ad altında okuduğum şeylere biraz zihnim yatmalı. “İşte bu böyle olur.” demeliyim.
Romanın esas düzeni hayalden olsun, zararı yok. Ama tümünü meydana getiren bölümlerin her biri günlük hayattan alınmış birer gerçek olmalı. Sevişmeler ve bütün insanlık tutkuları olduğu biçimde, gerçeğe uygun olarak anlatılmalı.
Pek kuru, pek maddi anlatışlardan da hoşlanmam. O gibi eserleri yalnız bir şartla severek okurum. Yazar, bilimce, fence çok derin, Tanrı vergisi ve kalem gücü ile âdeta zamanın bir harikası olmalı ki bu şartları kendinde toplamış edipler Avrupa’da bile azdır. Fransızca eserlerde bunların, soğuk soğuk taklit edilmiş olanlarını okumaktan zevk alamam, boğulurum.
Çaresiz artık masaldan vazgeçtim. Kitaplığımı karıştırarak o kış gecesinde dehşetten tüylerimi ürpertecek heyecan verici olaylar ve tuhaf görünen gerçeklerle dolu bir seyahat eseri bulmak sevdasına düştüm.
Ilımlı bölgelerden söz eden bir seyahat eseri istemiyordum. Ya kuzeyin buzdan mağaralarından, donmuş denizlerinden, aylarca süren acayip gecelerinden, fecirlerinden, karla eş renkte canavarlardan, billura benzer buz kulübelerinde oturan insanlardan, kara kış fasılları açarak okuyanı titretecek veyahut ki Afrika’nın cehennemden nişan veren kızgın güneşi altında ağaçları çadır kadar yaprak açan ormanlarından, birbirini yiyen vahşilerinden, korkunç yılan, fil ve aslanlarından söz ederek insanı terletecek bir eser arıyordum.
Evet, ya titretecek ya da terletecek bir şey… Bilmem neden o gece işte böyle bir aşırılığa düşmüştüm.
Herhangi bir şey biraz istek sağlarsa hemen onun sahtesi çıkar. Bir hükûmetin yarı resmîliğini taşıyan büyük seyahatlere dair yayımlanan eserlerin okuyucular tarafından iyi karşılanması birtakım yazarları bu vadide kalem dolaştırmaya itmiş, romandan ve hatta masaldan farkı olmayan bu yolda sonsuz eser yazılmıştır. Bazı Avrupa yazarları birkaç kitaplık dolaşmaktan başka bir şey yapmadan, araştırma, inceleme ve gözlem gereği duymadan başka seyahatname ve atlaslara başvurarak bir bilinenden on bilinmeyeni çıkarmak suretiyle hiçbir bulucunun erişemediği ülkelerden insanı şaşkınlıktan ağzı açık bırakacak biçimde söz etmişlerdir.
Bir zamanlar Lui Jakolyo gibi bazı yazarların eserlerine ne kadar aldandım. Jakolyo hiç seyahate çıkmamış mıdır? İnat etmem, belki çıkmıştır. Fakat anlaşılmaz bir gariplikle seyahatnamelerini hep masal biçiminde yazmış olduğuna acırım.
Mısır’a dair yazdığı zamparalık hurafelerine ancak Avrupalıları inandırabilir.