Krallar Avlayan Türk. M. Turhan Tan. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: M. Turhan Tan
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6865-68-6
Скачать книгу
münakaşa mevzusu üzerinde lüzumu kadar tesir yaptığını gördükten sonra söz söylemek için izin istedi.

      “Bir sınayın.” dedi. “Zararı yok ya. Kara Aygud’la İnce Balaban ve ben karşıya geçelim. Ne var ne yok anlayalım, size haber getirelim. Ona göre son sözü söylersiniz.”

      Süleyman Paşa bu müzakere sırasında ağzını açmamıştı, sade dinlemişti. Kara Abdurrahman’ın bu teklifi üzerine başını kaldırdı, Rumeli yakasına doğru meyleden on dört günlük olgun ayı, bütün arkadaşlarına gösterdi.

      “Bakın…” dedi. “Ay bile Türk’e yol gösteriyor. Artık durmak olmaz. Bu işte de biz, gençlere uyalım. Besmele çekip karşı yakaya geçelim. Bununla beraber Abdurrahman’ın dediğini doğru buluyorum. Lakin etrafı kollamak gerek!”

      Rumeli’ne geçmek meselesi esas itibarıyla kabul olunmuş demekti. Şimdi gençler, elde ettikleri neticeden dolayı seviniyorlar ve beylerin şapır şapır ellerini öperek sevinçlerini açığa da vuruyorlardı. Meclis, üç arkadaşın karşıya geçip incelemelerde bulunmalarını kararlaştırmıştı. Öbür gençler bu vazifeye kendilerinin de ortak edilmesini istiyorlardı, sağa sola başvurup yalvarıyorlardı. Süleyman Paşa, hayli güçlükle onları kandırabildi.

      “Önümüz geniş.” dedi. “Üç gün sonra siz de at oynatacak, mızrak sallayacak meydan bulursunuz. Bu işi ilk düşünen bu genç yiğittir, önde yürümek de kendilerinin hakkı!..”

      Ve dağılırlarken Ace Bey’le Fazıl Bey’e endişelerini anlattı:

      “Gönülleri kırılmasın diye şu üç aslan yavrusunun karşıya geçmesine rıza verdik. Ya bir kazaya uğrarlarsa?”

      İki bey biraz düşündüler ve aynı zamanda aynı cevabı verdiler:

      “Biz onları boş koymayız, iznin olursa artlarından gideriz.”

      “Hoş olur. Sizin gidişiniz hem onlara kuvvet verir hem maslahata yarar. Ne kadar olsa güngörmüşlerin görüşü başkadır, anlayışı başkadır.”

      Tarihî roman, tarihi tahrif etmek değildir. Bu sebeple Türklerin zaman zaman Rumeli’ne geçtiklerini, Bizans İmparatorluğu’nu himaye için Bulgarlara ve Sırplara karşı harp ettiklerini burada kaydetmeye mecburuz. Bizzat Süleyman Paşa, İstanbul kayserlerini şimal komşularına karşı korumak maksadıyla yapılan bu harplerde kumandanlık etmişti. Hikâyemize zemin yaptığımız geçiş, tabir caizse, millî geçiştir. Kayserlerin davetiyle ve onların gönderdiği gemilere binerek müttefik sıfatıyla Rumeli’ne geçen Türklerin orada gördükleri güzellikleri, feyz ve bereketi ballandıra ballandıra hikâye etmeleri genç Türklerde derin bir iştah uyandırmış ve son geçiş işte o iştahtan doğmuştur.

      O sırada ordudaki siyasetçilerin kabul ve müdafaa ettikleri iki büyük “noktainazar” vardı. Bir zümre, Anadolu yakasında kuvvetlenip karşıya atılmak, bir zümre de Rumeli yakasında kuvvet kazanıp onunla Anadolu’daki küçük beylikleri kaldırmak fikrini müdafaa ediyordu. Rumeli’ne geçilmesini geri bıraktırmak isteyenler oraya geçilir geçilmez bütün Orta ve Cenubi Avrupa’nın Türkler aleyhine ayaklanmasından ve Türk kuvvet kaynaklarının bu büyük hareket önünde kifayetsiz kalacağından endişe ediyorlardı. Bu sebeple de Selçuk Devleti enkazını birleştirerek dağınık Türk kuvvetlerini bir bayrak altında toplamayı ve sonra Avrupa yakasına geçmeyi münasip görüyorlardı. Öbür tarafsa Türk’ün Türk’e kılıç çekmesini istemeyen milliyetperverlerdi. Onlar Rumeli yakasında kazanılacak toprak, kazanılacak halk ve sonunda elde edilecek kuvvetle Anadolu’daki Türk hükûmetleri üzerinde manevi bir tazyik yapılmasını, kardeş kanı dökülmeden bir Türk birliği kurulmasını istiyorlardı. Gençlik, siyasi mülahazalarla değil, fakat kan coşkunluğuyla işte bu fikre iştirak ediyordu.

      Aydıncık harabelerinde ve parlak bir ay altında yapılan müzakere, gençliğin galebesini temin etmişti. Bu, şüphe yok ki, tabii bir neticeydi. Çünkü onları hırslandıran, heyecanlandıran siyaset olmayıp harp aşkı, gaza aşkı ve zafer aşkıydı. Ace Bey gibi, Fazıl Bey gibi ihtiyat taraftarı olan büyükler de halis birer Türk olmak haysiyetiyle, nihayet Kara Abdurrahmanların, Kara Aygudların ağzında canlanan gaza ve zafer aşkına karşı siyasi akidelerini sevine sevine feda etmişler ve zaferin siyasetten doğmasını istedikleri hâlde genç Türklerin ateşli sözlerine kapılarak siyasetin zaferden doğmasını kabul eylemişlerdi.

      Sık sık Rumeli’ne geçmiş, o toprakların güzelliğine hayran kalmış olan Türklerin bütün bu geçişlerinde ve dönüşlerinde istifade ettikleri nakliye vasıtaları Bizans kayıkları, Bizans gemileriydi. Bu sefer aynı yola çıkmak isteyenlerin o vasıtalardan istifade etmelerine imkân yoktu. Çünkü dönmek için değil, yerleşmek için geçeceklerdi. Fakat ne yapmalıydı?.. İzmit Körfezi’nde minimini bir tersane kuran Karamürsel Bey’in kayıklarını mı kullanmalıydı, yoksa başka vasıtalar mı aramalıydı?

      Kara Abdurrahman’la iki arkadaşı bu meseleye hiç de alaka göstermiyorlardı. Onlar karşı yakaya ilk geçip yerleşen Türk olmak şerefini düşünüyorlardı. Bir kıtadan başka bir kıtaya geçerek Türk ordularının kılavuzu olmak!.. İşte üç delikanlıyı şevke ve hatta raksa getiren ruhi amil buydu.

      Delikanlılar, Aydıncık’tan ayrıldıktan sonra sahilin bir köşesine uzanarak müzakereye girişmişlerdi. Marmara kıyısının muhafız kumandanlarından olup Süleyman Paşa’nın daveti üzerine memur oldukları yerlerden Aydıncık’a gelen genç muharipler, İzmit’ten Karaburun’a kadar uzayan üç yüz kilometrelik sahilin bütün girintilerini, çıkıntılarını çoktan bellemişlerdi. Nerenin sığ, nerenin derin olduğunu eksiksiz gediksiz biliyorlardı. Şimdi nemli kumlar üzerinde, karaya yaslanmak ve sakin bir gece geçirmek ister gibi cilveli hareketler yapan denize baka baka planlar çiziyorlardı. Yatağanlarını dizlerine yatırarak baş başa veren bu üç delikanlı nefes almak için sahile çıkmış deniz ejderlerini andırıyordu, durumlarında öyle bir heybet vardı.

      Kara Abdurrahman bir aralık sordu:

      “Söz yine senin Aygud. Suyu nasıl geçeceğiz?”

      “Yüzerek!”

      “Bu, Nilüfer Çayı, Sakarya Irmağı değil, deniz be. Yüzerek geçmek kolay mı? Başka bir yol düşün.”

      “Yol birdir, o da yüzmektir!”

      İnce Balaban, söze karıştı:

      “Aygud Alp hem yüzer hem yüzdürür. Bize göre hava hoş. Onun bacaklarına yapışırız. Kayabaşı ırlaya ırlaya karşıya geçeriz.”

      Bununla beraber onlar da -Kara Abdurrahman’la İnce Balaban da- yüzerek geçmekten başka bir yol bulamıyorlardı. Bulundukları noktadan cenuba doğru bütün sahil boyunca ve ta Ege denizine çıkıncaya kadar tek bir kayık bulmak imkânı yoktu. Bulunsa da kullanmak güçtü. Öbür yakadaki Bizans harp gemilerinin bu yakadan gelecek büyük ve küçük gemileri muayene, hatta müsadere etmeleri yüzde yüzdü. Böyle bir akıbet, kararlaştırılmış olan istikşaf işini güçleştirecek yahut suya düşürecekti. Ondan ötürü Aygud’un fikrini kabul edip yüze yüze karşıya geçmek doğru ve zaruri görünüyordu.

      Bu mevzuyla ilgili olarak hatıra gelebilen bütün ihtimaller soğukkanlılıkla sıralandıktan, inceden inceye gözden geçirildikten sonra kati karar verildi ve yüzerek geçilme esasında ittifak edildi. Şimdi sıra nereden geçmenin uygun olacağını düşünmeye gelmişti. Aygud Alp’a göre her taraf müsaviydi. O, beş kilometrelik bir yeri geçmekle seksen kilometre genişliği kulaçlaya kulaçlaya aşmak arasında hiçbir fark göremiyordu. Fakat öbürleri bu fikirde değillerdi, en dar bir noktadan geçmeyi ve fayda alınacak bir noktaya varmayı istiyorlardı.

      Kısa bir müşavere neticesinde Korucuk (şimdiki Çardak) mevkisi hareket noktası olarak kabul edildi. Ertesi