Kendi güzelliğine güveni vardı. Hüseyin’i, bir lahzada teshir edeceğine şüphe etmiyordu. Fakat kocasının böyle bir hareketi insafsızca cezalandıracağını da biliyordu. Onun için beyninde kımıldanıp duran çılgınlığı yendi, mahzun mahzun içini çekti ve gene temaşasına daldı. En nefis bir gülü, yalnız uzaktan görüp koklayamamaktan burnu sızlıyor, her şeyi vadeden şu gençlik pınarına dudağını uzatamamaktan yüreği yanıyor ve gözleri sık sık yaşlanıyordu.
İşte bu sırada kocasının gülerek bir şeyler söylediğini ve yerinden kalkıp eve doğru geldiğini gördü. Acaba gitmek üzere bulunan misafiri kıyıya kadar götüreceğini söylemeye mi geliyordu, yoksa kendisine bir emir mi verecekti?.. Muzdarip bir merakla hemen minderden fırladı, merdivene koştu, kocası da mutfağı dolaşıp merdivenin dibine gelmişti, sesleniyordu:
“Hu, Seher!.. Bizim bel nerede?”
Kadın şaşırarak sordu:
“Ne beli kişi?”
“Canım, bahçe için yeni aldığım bel!”
“Nideceksin onu?”
“Bizim Gülhanelinin adamlığı tuttu, bahçeyi belleyeyim diye tutturdu.”
“Konuğa zahmet verilir mi ağa? Bırak yakasını çocuğun!”
“Ne dedimse dinlemedi. Bahçenin bakımsız olduğunu söyledi, illa belleyeceğim diye ayak diredi. Ant da verdiği için peki dedim, varsın biraz yorulsun. Sonra da tatlı tatlı ırlayıp dinlensin.”
Seher’in gözlerinde, bir gece evvel görmüş olduğu düşün son safhaları dolaşıyor ve boğazına dizi dizi düğümler sıralanıyordu. Acaba bu güzel konuk, düşte gördüğü gibi, yerden bir şeyler çıkaracak, sonunda kendisiyle baş başa kalacak mıydı?
Kocasına belin bulunduğu yeri -boğuklaşan bir sesle- söylerken, zihninde bu düşünce vardı, eli ayağı titriyordu. Aynı zamanda kocasının tabii davranışına ve duyduğu düşü unutmuş görünmesine şaşmaktan kendini alamıyordu. Sadrazamın sürgüne gitmesiyle bir yanı doğru çıkan o düş nasıl unutulur ve bahçe bellemeye kayıtsız kayıtsız nasıl girişilirdi?..
Seher, cinsî ve dalaletli ihtiraslarına da sükûn getiren yepyeni bir merak içinde tarassut8 noktasına döndüğü vakit, güzel delikanlının saltasını atarak, kollarını sıvayarak bele yapıştığını, edalı bir tutumla toprağı kazmaya giriştiğini gördü.
Hüseyin’in kolu kalkıp indikçe Seher’in de yüreği kalkıp iniyor ve sıvalı kollarda uzanan beyaz kudretten, yarı açık göğüste gülümseyen şen gençlikten gözlerine garip bir kamaşma geliyordu. Fakat sinirleri değil, şuuru hareketteydi. Boyuna, gördüğü rüyayı düşünüyordu.
Hüseyin aşkla, şevkle çalışıyordu. Genç ruhunda kaynayan müphem ihtirasları birer ter tanesine kalbedip damla damla toprağa gömmek ister gibi davranarak bahçenin kabza kabza altını üstüne getiriyordu. Gülhane’de eline eza veren bel, şimdi parmaklarına bir altın asa tadı vermişe benziyordu. Çünkü orada ırgattı. Emir altında çalışıyordu. Burada keçeye kılıç çalan bir yeniçeri neferi durumundaydı. Pazısını hoşnut etmek, içini serinletmek düşüncesiyle bel sallıyordu.
Kara Süleyman, çubuğundan ciğerine geçirdiği dumanları öksürüklerinin yarattığı salyalara sararak buram buram savururken ve Seher, sarsak bir kucakta nazlı bir bebek olmaktansa genç bir pençede bel olup topraklara girip çıkmanın bir kadına daha tatlı geleceğini hesaplayarak sarhoşlarken Hüseyin hayli iş görmüştü, bahçenin genişçe bir kısmını nadas edilmiş tarla biçimine sokmuştu. Güçlü kuvvetli üç işçinin belki üç saatte başaramayacağı bir işi, bir saat içinde yapmasını Kara Süleyman Ağa takdire layık gördüğünden öksüre tıksıra duygusunu açığa vurdu:
“Yaşa be Hüseyin!” dedi. “Beli tırpan gibi kullanıyorsun, kuru toprağa duman attırıyorsun. Fakat yoruldun. Beli artık bırak, saltanı sırtına al, bir çubuk tüttür.”
Genç adam, sadece gülümsedi ve belin dilini gene toprağa daldırdı. Hayret!.. Onun kudretli pençesinin zoruyla yağ gibi mukavemetsizleşen toprak, o noktada sertleşmişti, bağrına sokulan demir dili geri itiyordu. Hüseyin, bir taşa tesadüf ettiğini sanarak, tazyikini çoğalttı, lakin toprağın mukavemetini kıramadığından homurdandı:
“Burada kaya var!”
Şimdi o kayayı, yanlarını açarak açığa çıkarmak istiyordu, hızlı hızlı uğraşıyordu. Kara Süleyman da ihtiyarsız bir davranışla yerinden kalkmıştı, onun yanı başına gelerek ameliyeyi tarassut ediyordu. Toprak, sinirlenen delikanlıyı pek fazla üzmedi, taşıdığı sırrı üç beş dakika içinde açığa vurdu. Bu sır, küçük bir küp hacminde iri bir bakır kavanozdan ibaretti ve ortaya çıkmasıyla beraber kafes ardında sahneyi seyreden Seher’in dudaklarına şu sayhayı getirmişti:
“Düşümün sonu, düşümün sonu!..”
Kadının hayran ve perişan bağırmakta hakkı vardı. Çünkü Hüseyin, mahut rüyanın en heyecanlı parçasını topraktan çıkarmış bulunuyordu. Nitekim Kara Süleyman da -ilk sersemliğini giderdikten sonra- bu hakikati kavramaktan geri kalmadı:
“Bre Hüseyin!” dedi. “Bu kavanozun çıkacağını biz biliyorduk. Fakat unutmuştuk.”
Delikanlı, define keşfettiğini sezinseyerek heyecana kapılmıştı. Ev sahibinin bir tekerleme ile bu keşfin temin edeceği kazancı nefsine hasretmek istediğine zahip olduğu için de sinirlenivermişti. Sert sert yanı başındaki erkeğe bakıyordu. Kara Süleyman onun bir mücadeleye hazırlandığını sezince ellerine yapıştı:
“Belinledin.” dedi. “Çünkü topraktan define çıkacağını bildiğime kolay kolay inanamazsın. Fakat üçten dokuza şart olsun ki doğru söylüyorum. Bizim küldöken, daha dün sabah böyle bir küp bulacağımızı söylemişti.”
Delikanlının cevabı kısa ve sarih oldu:
“Olabilir Süleyman Ağa. Lakin küpü ben buldum. Payımı alacağım.”
Ve ev sahibinin cevabını beklemeden kavanozu gömülü olduğu çukurdan çekip çıkardı, ağzındaki tıkacı bir hamlede söküp attı ve defineyi baş aşağı yere döktü: Seher’in düşü küme küme altın, dizi dizi inci, tutam tutam elmas hâlinde bellenmiş toprağın bir parçasını renk içinde, ışık içinde bırakmıştı ve büyük bir servet, iki adamın gözü önünde çeşitli bir tebessümle pırıldayıp duruyordu.
Onlar renk içip, nur içip sarhoşlanan iki idrak avaresi vaziyetinde bulunuyorlardı. Altınların ışığı, incilerin pırıltısı, elmasların nuru zavallıların damarlarında seyyal bir hâl alıyor ve bu akıp giden rengünur seli yavaş yavaş alevleşerek ikisinin de idrakini tutuşturuyordu.
Seher de on on beş metre geride ve iki üç metre yüksekte aynı idrak yangınına tutulmuştu. Gözleri açıla açıla, yüreği kabara kabara, toprağa serili güneş kırıntılarını, mehtap zerrelerini seyrediyordu.
Kara Süleyman, genç dostundan önce kendini topladı:
“Paylaşalım.” dedi. “Fakat hak terazisiyle.”
Dili harekete gelen genç adam sordu:
“Hak terazisi nedir?”
“Bahçe