“Kime?”
“Bana.”
“Ya?!”
“Pek şaştın. Fakat hak veririm dostum. Çünkü onun gibi bir kadının alakasını çekmek, gökten yıldızları yere indirmek gibi bir şeydir.”
Boğazına bir yumru takıldı. Artık karşılık veremiyordu. Kulakları uğulduyor, gözlerinden ateş böcekleri gibi parıltılı bir şeyler uçuyordu. Bu, haddizatında, belki de gayet basit bir tecessüsten ibaretti. Fakat bütün bir gece bir tek kadını, o bir tek meçhul kadını düşüne düşüne asabı gerilen genç adama bu alaka, aklı hayali durduracak bir şeymiş gibi geldi.
Akşamüstü evine döndüğü zaman yüreğinde tatlı bir çarpıntı vardı. Onu tekrar görmek, bir kere daha gözlerinin yangınında eriyip kül olmak, ona buruk bir haz, bambaşka bir zevk verecekti.
Fakat onu görmedi. Gecenin çok geç saatine kadar kapılarda kalan bakışları, en küçük seslerle çırpınan yüreği, boşuna bekledi.
Sevilen, beklenilen, arzulanan birini bekleyip de bulmamak ne fecidir. Onu görmek ümidini kaybettikten sonra artık hiçbir şeyle oyalanmanın imkânı yoktur. Kendisini toplantıdan toplantıya sürükleyen arkadaşının kolunda boş sokaklara dalınca ince bir isyanla ürperdi:
“Artık bu gezintilere son vermek istiyorum Mahir. Bıktım. Gece yarılarına kadar uykusuz, sigara dumanı, kahkaha, espri, dedikodu ve ne bileyim, bir sürü seremoni içinde bocalamaktan bıktım. Artık evime çekilmek, gündüzleri daha salim bir kafayla çalışmak, geceleri de bol bol okumak istiyorum.”
“Seni anlıyorum. Ve bu isyanın sebebini de keşfediyorum dostum!”
“Ne demek istiyorsun?”
“Anladığın şeyi.”
“Ben bir şey anlayamıyorum.”
“Açayım öyleyse… Deli gönlünün yine dizgine vurulmaz bir hâle geldiğini söylemek istiyorum.”
“Yanılıyorsun.”
“Zannetmem.” “Görürüz.”
“Evet, görürüz ileride… Fakat dikkat et! Sen de yanarsın…”
“Demek yananlar o kadar çok?!”
“Evet, bir araya gelseler bir hayli yer işgal ederler.”
“Kim bu kadın?”
“Bayan Nahide!”
“İsmini sormadım.”
“İsmini söylemek kâfidir. Ateş, kan, aşk ve ızdırap arkasından gelir.”
“Tehlikeli bir şey desene?..”
“Fark etmedin mi sanki?..”
“Evet, haklısın ama ben bu hissi yenmeye çalışacağım. Gerçi ben alımlı bir kadını görür görmez benimser gibi olan, onun herhangi bir şeyi için aylarca hayal kuran bir adamım. Fakat artık çocukluk, çılgınlık, gençlik çağı geçti. Daldan dala atlamak yasak. Uzakta yaşayan, daima sevilen kadından gizli kalan, öyle çocukça hisler ve hevesler, talebelik hatıraları arasına karıştı artık. Bundan sonra çok temkinli hareket etmek lazım geldiğini anlıyorum.”
Mahir güldü.
“Yok, eğlenme. Dün geceki tesadüf, hayatta rastladığım hadiselerin hiçbiri ile kabili kıyas değildir. Hem, benim maymun iştahlı bir adam olduğumu söylersin ama kime benden kötülük geldi? Bir beğendiğim, sevdiğimi sandığım, gece gündüz rüyasını gördüğüm kadınların hangisi gönlümün deliliklerinden haber aldı?
Hiçbir gün bu çılgın heveslerim, bu çocukça tasavvurlarım dudağa düştü mü? Fakat şimdi öyle değil. Hiç öyle değil!.. Bu defa bambaşka bir ruh hâleti içindeyim. Müthiş bir buhrana kapıldım, ateşe doğru koştuğumun farkındayım. Çünkü ben görür görmez tutuluşun, bir bakışta âşık olmanın normal bir şey olmadığına herkesten fazla inananlardanım. Göreceksin, mantıkla bu davanın içinden çıkabileceğim.”
“Bunu çok isterim Sermet! Fakat bilmem muvaffak olacak mısın? Aşk öyle bir kudrettir ki, mantığa, iradeye yol vermez, her şeye basıp geçer. Düşünce uçurumuyla karşılaşan bir hissin esasen köklü bir şey olduğuna inanılmaz.”
“Onu tanımıyorum, şeklinden başka hiçbir şeyini bilmiyorum.
Belki ruhu harikulade mükemmel belki de korkunç, iğrenç bir şey!
Onu tanımaya kalkışmadan uzaklaşmak bence en kestirme yoldur.”
“Bence de öyle.”
“Şu hâlde beni mazur göreceksin, artık onunla karşılaşmak ihtimali bulunan toplantıların hiçbirinde bulunmayacağım.”
“İtikâfa çekileceksin demek?”
“Lazım değil mi?”
“Eh, orası ancak senin bileceğin iş dostum!”
“Macera, belki güzel bir şey, fakat benim harcım değil. Ben kalbimi verdiğim insanı mutlak hayatımda da görmek isterim, niye gülüyorsun?”
“Bana saray maceralarını hatırlattın Sermet. Henüz çok gençsin, şimdiye kadar hayalinden ve kalbinden gelip geçen kadınları bu dileğine bağlamaya kalkışsaydın onları nerelere sığdırırdın diye düşündüm.”
“…”
“Saraylara, hatta belki de şehirlere sığmayacaklardı.”
“Ne mübalağa! Zaten ne yapsam, ne söylesem hakkımdaki kanaatlerini değiştiremeyeceğim. İyisi mi susayım.”
“Maksadım şakalaşmak azizim, meseleyi ciddi bir şekilde tahlil etmeye kalkışacak olursak en doğru yol, hakikaten kaçmak, uzaklaşmaktır. Sen toy bir çocuksun, onu sık sık görmek senin için tehlikeli bir şey olacak. Çünkü o, cidden güzel konuşan, duyan, sükse yapan bir kadındır. Senin gibi mesleğinin ciddiyetiyle taban tabana zıt bir hayal hastası, mazur gör, sana hasta diyorum, onun karşısında iğnelenmiş bir balon, üflenmiş bir sabun köpüğü gibi sönmeye mahkûmdur. Seni iyi tanırım, bir kere yakalanırsan kolay kolay kurtulamayacağa benzersin dostum. Hele onun gibi muğlak bir kadın kalbinin ağına düşecek olursan… Çünkü onu hiçbir zaman hayatında görmene imkân yoktur.”
“Bu imkânsızlığı ben de kavramış bulunuyorum. Hem ilk gördüğüm dakikalarda… Ona, “Karım ol!” demek cesaretini hiçbir zaman kendimde bulamayacağım.”
“Bunu teklif etmek nasıl gülünç bir şeyse farzımuhal olarak evlenmeniz de o nispette fecidir. Bu rabıta,3 ikiniz için de meşum olur.”
“Niçin?”
“Çünkü o seni beğenmez. Bak, dikkat et, sevmez demiyorum. Sevgi bambaşka bir şeydir. Gönül öyle başıboş bir kuştur ki, rastgele bir yere konuverir. Fakat bütün bir ömür için bağlanacak insanlara yalnız sevgi kâfi gelmez, değil mi? Erkekle kadın önce birbirlerini beğenmelidirler dostum. Bu esasa dayanmayan bir bağlılığın düğümü biraz gevşek olur. Er veya geç çözülüp gider. Ama diyeceksin ki, bir insan sevdikten sonra meselenin en güç noktasını halletmiş sayılır. Bu da yanlış bir hesap. Sevgi, uzun bir hayat beraberliği içinde öyle ufak tefek arızalara rastlayacaktır ki, bir gün aşınmamasının imkânı olmayacak. Bana göre, önce kafalar anlaşmalı, sonra kalbe yol vermelidir.”
“Bu anlaşma pek kupkuru bir şey olmaz mı?”
“Öyle anlaşmış, pek mesut olmuş karı kocalar tanırım ki, yuvalarının yollarını sevgilerinin ışığı içinde bulmuşlardır.”
“Ben