ÇIRPINAN SULAR
BİRİNCİ KISIM
Yemek salonuna geçileceği sırada gelmişti. Kapıda görünür görünmez bütün gruplarda bir heyecan rüzgârının esişi belli oldu. Başlar ona doğru çevrildi. Birçok kalplerde çırpıntı başladığı kolayca sezilebiliyordu. Üstünde zarif bir gece elbisesi vardı. Boynu, saçlarının siyah dalgası ile robunun siyah ipeği arasında nefis, beyaz bir çizgi hâlinde görünüyordu. İnce ve pek düzgün vücudunu yumuşak okşamalarla saran ipeğin, gecenin karanlığına dökülen bir çağlayan şeklinde belden aşağı inişi vardı. Arkası çok açıktı. Kollarının açıkta kalan kısmıyla sırtının mat rengi gözleri kamaştırıyordu. Az dalgalı, parlak saçlarını yandan ayırarak ensesinde toplamıştı. Geniş, esmer alnı üstünde ince, uzun kaşları, düz ve sık kirpikleri, harikulade canlı ve büyük gözleri vardı. Burnu, eski Yunan güzellerinin burunlarındandı. Pürüzsüz, esmer yüzünde kızıl dudakları ihtiras yaratıyordu. Çenesinde gülerken ve konuşurken beliren tatlı bir çukur göze çarpıyordu.
Bir bakışta çeken, sürükleyen, kendine bağlayan ve geri alınmaz aşklara basıp geçen bir yaradılışı vardı.
Yüzünün çizgileri ayrı ayrı incelense belki hiç de güzel değildi. Fakat geniş alnı üstünde kaşları harekete geçince o alın manasını büsbütün değiştiriyor; birbirine dolanan gür kirpikleri aralanınca siyah elmaslardan daha koyu ve ışıklı gözleri harikulade canlı bakışlar ile ona herkesten ayrı bir mana veriyordu.
Kapalı iken sadece arzuyu ateşleyen dudakları, gülerken, konuşurken o kadar değişiyordu ki… Küçük, biraz seyrek, çok fazla parlak dişleri insana o anda nefis bir inci yağmuru başlayacak hissini veriyordu.
Sesi biraz kalın ve tahrik ediciydi. Tanrı’yı en yüksek sanatkâr olarak kabul edenlere göre, bu kadının, onun en muhteşem bir eseri olmak lazım gelirdi. Şüphesiz ki, o da yaratıcılığının sonsuz hazzı, heyecanı, ihtirası ve coşkunluğu içinde bir aşk hummasına tutulduğu sıralarda onu bu topraklara vermiş olmalıydı.
Ama niçin? Belki aşkın en yükseğini tanıtmak belki de insanları ızdırabın sonsuzluğuna atarak olgunlaştırmak için… Kim bilir, belki bunlar değil de sadece şekil güzelliğini hiçe indiren yüksek mananın ne demek olduğunu öğretmek emeliyle…
Salonda göründüğü dakikada kalplerin vuruşları gibi yürüyüşler de hızlandı. Erkekler çabucak etrafını sardılar. Kadın başlarında kıskançlık fırtınası birçok iyi ve güzel duyguyu kökünden sarstı. Ve gayet nefis boyanmış, güzel dudaklar yavaşça, tatlı gülüşlerin paravanı arkasında harekete geçtiler:
“Bu elbisesini hiç görmemiştim. Arkasını pek fazla açık bulmuyor musunuz?”
“Hemen hemen bele kadar sırtı tamamen açıkta kalmış.”
“Tabii, güzelliğinden emin!”
“Siz de onu, birçokları gibi güzel mi buluyorsunuz?”
“Yook, ne münasebet. Bir kere ben zaten esmerlerden hoşlanmam.”
Ufak tefek, pek frapan giyinmiş bir genç kadın:
“Ama sarışınları gölgede bırakıyor.” diye çıngıraklı bir kahkaha ile söze karıştı.
Erkekler saygılarını açığa vurmak için birbirleriyle yarışa çıkmış gibi görünüyorlardı. Ve o, salonun havasını karıştıran varlığının engininde hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi ev sahibi ile konuşmaya başladı.
Yemeğe giderken Sermet, dakikalardan beri gözlerini üstünden ayıramadığı genç kadının arkasından sürüklenir gibi olduğunu fark etti. Hayata yeni atılmış, tecrübesiz bir gençti. Uzun tahsil yıllarından, daima kapalı geçen okul hayatından sonra sosyeteye yeni katılıyordu. Gayet iyi arkadaşlarından Mahir’in ısrarı neticesinde bu yemek çağrısını kabul etmişti. Uzun boylu, açık yeşil gözlü, geniş omuzlu, zayıf bir çocuktu. Kemikli yüzünde göze çarpan şey, yalnız çok tatlı ve munis bakan gözleriydi.
Şimdiye kadar bulunduğu birkaç toplantıda güzel, iyi giyinen, konuşmasını ve toplu hayat icaplarını bilen kadınlar tanımıştı. Kendi aralarında, yakın arkadaşlar muhitinde de cana yakın kızlarla ahbap olmuştu. Onların şen kahkahaları, kıvrak hareketleri, yadırganmayan temiz bakışlarıyla sosyete âlemine alışmaya başlamıştı. Tanıdığı kızlar arasında dostluklarını, ileride bir gönül arkadaşlığı derecesine intikal ettirebilmeyi düşündükleri de vardı. Bunlardan Vacide’yi dürüst hareketleri, kuvvetli mantığı yüzünden çok beğeniyordu. Orta boylu, kumral, çocuk bakışlı, sempatik bir kızdı. Tanıştıklarından birkaç ay sonra, belki ileride onunla evlenir, sağlam bir yuva kurarım, diye düşünmüştü.
Yıldız’ı pek hoppa, fazla şımarık bulmakla beraber, karşılaştıkları sırada çekiciliğinden kendini kurtaramadığını da pek iyi hissediyordu. Sarışın, minyon, boncuk mavi gözlü, pek hareketli bir şeydi. Daldan dala atlayan zarif bir kelebeği andırıyor, kızdığı zamanlarda da can yakan arılardan farksız görünüyordu.
Sermet, bu genç kızın müşekkel1 güzelliğine kapıldığını, onun rengine, neşesine ve içinden taşan çılgınlıklara hayran olduğunu anlıyordu. Ama onunla hayatını birleştirmeyi düşününce daima içinde buruk bir his kıpırdıyor, kalbine açılan yolun karşısına kafasının düşünce dikenleri çıkıyordu.
Ve sonra Oya karşısında açık bir emniyet hissediyor; onda geleceğin tatlı, yumuşak bir aynasını görür gibi oluyordu. Oya güzel değildi. Hayatını çalışarak kazanmak mecburiyetindeydi. Vacide ve Yıldız’la okul sıralarında yapılan bir arkadaşlıkları olduğu için ara sıra bu toplantılarda bulunuyordu.
Sermet âşık tabiatlı bir gençti. Hayatında ilk görüşte kapıldığı kadınlarla deli gibi tutulduğu kızların hayali çoktu. Bazen tramvayda rastladığı bir kadının güzel gözlerine bağlanır; haftalarca, aylarca her gözlerini kapayışta bu bir çift gözün rüyasını görürdü. Sonra bir başkasının nefis vücudu, bir diğerinin biçimli başı ve nihayet yine birinin saçlarının rengi onu bağlandığı güzelden uzaklaştırıverirdi. Ve bu, yirmi beş yıllık hayatı içinde daima böyle olmuştu. Büyük boşluk içinde müddetini doldurup da sönen yıldızlar gibi, hiçbir zaman aşk diye isimlendirilmeyecek hevesler, istekler, sevgi sanılan iğreti hisler gelip geçmiş ve genç adam daima kendi kurduğu hayal cihanı içinde tatlı bir gençlik hayatı sürmüştü.
Fakat Nahide’yi görür görmez hislerinin kamaşması ötekilerle ölçülecek mahiyette değildi. Garip bir baş dönmesine tutulmuştu. Bakışları genç kadının bakışlarına değdikçe bulanıyor, kalbinde güç isim verilecek bir karışıklık oluyordu.
Yemekte tam onun karşısına oturmayı büyük bir şans olarak kabul etti. İçinde birbirini kovalayan zıt hisler vardı. Bu hislerin en kuvvetlileri sonsuz bir hayranlık ve korku ile ifadelendirilebilirdi. Ona, bir bakışta hayran olduğu muhakkaktı. Fakat niçin korkuyordu?