Biz de onun kadar acı duymuştuk, kabımıza sığamaz olmuştuk, saldırmak için emir bekliyorduk. Balaban, çok sürmedi, bu emri verdi, yine kendi önde olduğu hâlde dağdan aşağı atıldık. Tam şehrin varoşu önünde Balaban şöyle bir durakladı, iki tarafına sallandı, sonra geri döndü, eliyle bize kaleyi göstererek yıkıldı. Tam boğazından bir tüfek yarası almıştı!..”
Birisi sordu:
“Siz ne yaptınız?”
“Yürüyen kaya dönmez ya, ilerledik, ezerek, kırarak yürüdük, şehre girdik. Ne çare ki aldığımız palanga, Balaban’ın tırnağına değmezdi.”
Bu hikâyeyi Otlukbeli tepelerinde çarpışan başka bir adamın söylediği menkıbeler ve onu, İzonzo suyunu yüzerek geçen bir başkasının hatıraları takip ediyordu. Yalnız Leylek Murat susuyordu, dinler gibi görünüp tahtırevan güzeliyle meşgul oluyordu. Kırk yıllık âşıkmış gibi muzdaripti, üzüntü geçiriyordu, kendisini Hacı Çelebi ile görüştürecek olan adamın henüz harekete geçmemesinden dolayı da ayrıca sinirleniyordu.
Bir saat, iki saat işte böyle geçti, nihayet sofralar kuruldu, konuklara etli pilav ve bol ayran ikram edildi, arkasından da namaz işareti verildi. Leylek Murat, tahtırevan güzelini mihrap ve mabut mevkisine koyarak ve hep onu düşünerek yoldaşlarla birlikte namazını kıldı, duasını yaptı. Doğrusunu söylemek lazım gelirse dua hususunda en samimi olan o idi. Candan, yürekten yalvarıyordu, yüzünü yarı görüp de henüz adını öğrenmediği sevgiliye kavuşabilmek için Allah’tan, yana yakıla yardım diliyordu.
Bu iş bittikten sonra yine odaya döneceklerdi, yatsıyı bekleyeceklerdi, Leylek Murat’ta ise daha bir dakika dayanmak kudreti kalmamıştı, bu sebeple yoldaşlaştığı adama sokuldu.
“Hani ya…” dedi. “Beni Çelebi’ye götürecektin?”
“Ha, evet, götürecektim, fakat paşa ile konuşuyorlar diye geciktirdim, istersen şimdi gidelim.”
Biraz sonra Çelebi’nin oturduğu yere varmışlardı. Kılavuz, orada kümelenen adamların arasına girdi, içlerinden biriyle üç dört kelime konuştu ve Leylek Murat’ı göstererek son vazifeyi yaptı:
“Çelebi’ye sevgisi olan yiğit budur, elini öpüp hizmetinde bulunmak istiyor. Bu sevabı da sen kazan, arkadaşı götürüp tanıt!..”
Hacı Çelebi, Karaman diyarının hakiki hükümdarı idi. Binlerce ve binlerce adamın yüreğinde saltanat sürüyordu, küçük bir işaretiyle koca bir vilayet ayağa kalkardı, yine bir işaretiyle o halk kuzulaşırdı. Maddi ve manevi hastalıkların hekimi, büyük ve küçük davaların kadısı, geçinemeyen karı kocaların öğütçüsü hep o idi. Üfürür, muska verir, hüccet yazar, öğüt dağıtırdı. Dualarının müspet netice verdiği bilinmezse de bağ ve bahçe davalarında, miras işlerinde, gönül meselelerinde verdiği hükümlerin istinaf7 ve temyiz edilmesine imkân yoktu, bu hükümler mutlak bir itaatle kabul olunup gidiyordu.
Devrin hususiyetlerinden istifade ederek hükûmet içinde hükûmet kurmuş ve hazineler düzmüş olan zeki Çelebi, her şeyden evvel adamlarını çoğaltmak isterdi. Bunun için propagandalar yaptırır, gün başına birçok adam kandırırdı. Yine o maksatla, uzaktan, yakından yanına gelenlere güler yüz gösterir ve icabına göre paraca da fedakârlığa katlanırdı. Adamlarına, gelenlerin kim olursa olsun geri çevrilmemesini emretmişti. Vezirleri, beylerbeyileri kapısında bekleten Çelebi, yalın ayak bir ziyaretçiyi hemen huzuruna kabul ederdi.
Leylek Murat da kendisiyle çarçabuk karşılaştı. Sinan Paşa, kudretli ve kıymetli misafirini, rahat etsin diye, yalnız bırakarak içeri çekilmişti, o da kendi hesaplarıyla uğraşıyordu. Leylek’in yanına getirilmesi üzerine taylasanlı8 sarık altında büsbütün büyük görünen başını kaldırdı, zeki gözlerini ulak kılıklı ziyaretçiye dikti.
“Gel bakalım evlat…” dedi. “Elimi öp!”
Leylek Murat, Çelebi’nin saçlı, sakallı çehresinde de tahtırevan güzelini görüyordu, uzatılan eli öperken de onun yumuşak ellerini öpüyormuş gibi tuhaf bir haz alıyordu.
Çelebi, misafirin bakışından ve dudaklarındaki titrek alevden bir şeyler sezinsemekte gecikmedi, şu sözleri söyledi:
“Aşk, en iyi kılavuzdur. Sevenler, sevebilenler murada ererler, Mevla’yı bulurlar.”
Leylek Murat’ın yüzü birdenbire kızardı, Çelebi’nin, kendi yüreğini okuduğuna, hatta kendi adını da keramet kuvvetiyle bildiğine zahip olmuştu. Hâlbuki o, şu iri kıyım adamın sevda taşıdığını sezinsemekle beraber o sevdanın kendi yanındaki kadınlardan birine taalluk ettiğini elbette tahmin etmiyordu. Yalnız, ziyaretçinin aşk ızdıraplarını, hicran acılarını, ruhi elemlerini avutmak ve unutmak için kendi dergâhına intisap etmek istediğine hükmetmişti. Murat kelimesini kullanması ise tesadüfi idi.
Şimdi o, Leylek Murat’ın kılığını, kıyafetini gözden geçiriyordu. Onun âşık olduğuna şüphe yoktu, aşktan bahsedilirken kızarması da bu hakikati ispat ediyordu. Lakin şu kıyafetin bir âşığa ne münasebeti vardı? Yahut bir ulağın bir şeyhe kapılanmak istemesi ne demekti?
Hem ulak hem mürit?.. Zeki Çelebi, bu iki zıt sıfatı birbirine yaklaştırmak istiyordu. Ulaklar, ancak padişah ve vezir adamı olabilirlerdi. Mürit ise onlarla alakasız insanlardı. O hâlde bu sevdalı adam, ne yaman bir ateşe tutulmuştu ki, vaziyetini unutup şeyhler kapısına yanaşıyordu.
Hacı Çelebi, ilkin bu ciheti halletmek istedi, kurnaz bir soruşla Leylek Murat’ı söyletmeye girişti:
“Bize yanaşan meramına yanaşmış olur. Elverir ki sözü doğru, özü doğru olsun. Nasıl, kendine güveniyor musun?”
Zavallı Leylek, tahtırevan güzelinin baygın gözlerini hatırlayarak hemen cevap verdi:
“Özüm de sözüm de doğrudur.”
“Öyleyse tanışalım: Adın ne?”
“Bildiniz ya, Murat!”
Çelebi, onun adını ne suretle bilmiş olacağını düşünmeye lüzum görmedi. Çünkü o, aklından bile geçmeyen şeylerin kendisinden zuhur ettiğine hükmedildiğini bilirdi. Alelade sözlerinin halk ağzında renk renk tefsirlere uğradığını da görüp duyuyordu. Bu sebeple hay-retsiz ve tereddütsüz sözlerine devam etti:
“Nereden gelip nereye gidiyorsun?”
“Gebze’den yola çıktım, Konya’ya gidiyorum, ününü duydum, gönül verdim, kapına geldim.”
Ulak Murat, işte burada leylekliğini gösterdi, taşıdığı aşkın verdiği sersemlikle her şeyi apaçık söyledi, Vezir Karamanlı Mehmet Paşa’nın kendini gece yarısı otağa çağırdığını, Cem Sultan’a verilmek üzere eline bir kâğıt tutuşturduğunu, alelacele yola vurduğunu birer