Nefes nefese gelen yolcular ayaklarına dolaşan varillerden, halatlardan, çamaşır sepetlerinden adım atacak yer bulamıyorlar; tayfalar sorulanlara karşılık vermiyor; herkes birbirine çarpıyor; eşyalar iki yandaki çarkların davlumbazları arasına konuyor; saçların arasından sızıp her şeyi beyaz bir bulutla saran buharın fışırtılı uğultusu ortalığın gürültüsünü bastırırken geminin burnundaki kampana hiç durmadan çalıyordu.
Nihayet gemi hareket etti; nehrin iki kıyısındaki mağazalar, odun ve kömür depoları, fabrikalar uzayan birer kalın şerit gibi iki yandan akıp gitti.
On sekiz yaşlarında, uzun saçlı, koltuğunun altında bir albüm bulunan bir delikanlı, dümenin yanında hareketsiz duruyordu. Her yeri kaplayan sisin arasından adlarını bilmediği kilise çanlarını, binaları seyrediyordu; sonra Saint-Louis Adası’na, Cite’ye, Notre-Dame Katedrali’ne son bir defa baktı, Paris gözden kaybolunca da içini çekti.
Liseyi bitirip yeni mezun olan Bay Frédéric Moreau, Nogent-SurSeine’e gidiyordu; hukuk öğrenimine başlamadan önce iki ay yaz tatilini orada geçirecekti. Annesi, eline para vererek oğlunu Havre’daki amcasının yanına göndermişti, oğlu için ondan miras bekliyordu. Daha dün oradan dönmüştü, memleketine gitmek için en uzun yolu seçmek yüzünden başkentte birkaç gün kalamayışına üzülüyordu.
Gürültü, patırtı kesilmiş, herkes yerine yerleşmişti; ayakta duran birkaç kişi makine dairesinin yanında ısınıyor, geminin bacasından çıkan kara dumanlar ağır ağır ve ahenkle kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Bakırların üstüne çiğ damlacıkları damlıyor, güverte derinden derinden gelen hafif bir sallantı ile sallanıyor, hızlı hızlı dönen iki çarksa suları dövüyordu.
Nehrin iki kıyısı da kumsaldı. Dalgaların çarpması ile batıp çıkan ağaç kütüklerine veya yelkensiz bir kayıkta oturmuş balık tutan birine rastlandığı oluyordu; sonra serseri sisler dağıldı, güneş çıktı. Seine Nehri’nin sağ kıyısı boyunca uzanan tepe alçaldı, öbür kıyıda nehre daha yakın başka bir tepe göründü.
Bu tepe, İtalyan biçimi çatıları olan alçak evler arasındaki ağaçlarla bezenmişti. Evlerin yamaçlarda uzayan bahçeleri birbirinden badana edilmiş duvarlarla, demir parmaklıklarla, çimenlerle, ılık limonluklarla, ıtır çiçekleri dikilmiş saksılarla ayrılmıştı. Bu saksılar kat kat inen bahçelere öyle düzenli bir aralıkla dizilmişti ki insan buralara dirseğini koyup dayanabilirdi. Bu sakin, şirin evleri görünce yolcuların çoğu, ömrünün son günlerini böyle bir evde bilardo oynayarak, sandalda gezerek, yanında bir kadınla ya da hülyalara dalarak yaşamaya imrendi. Suda gezip dolaşmanın verdiği yepyeni zevk insana bütün dertlerini kolayca unuttururdu. Zevzekler çoktan şakalaşmalara başlamışlardı. Çoğu şarkı söylüyordu. Herkes neşeliydi. Birkaç tek atan da vardı.
Frédéric, gidince evde oturacağı odayı, bir dramın planını, birtakım tablo konuları, gelecekteki sevdaları düşünüyordu. Ruhunun özlediği mutluluğa hâlâ ulaşamadığını görüyordu. Kara sevdalı birtakım şiirler okudu kendi içinden. Güvertede hızlı hızlı yürüyordu. Ta geminin ucuna, kampananın yanına kadar gitti; halka olmuş yolcuların ve tayfaların içinde bir bayın köylü bir kadına, kadının boynundaki altın haçı evirip çevirterek çapkınlık hikâyeleri anlattığını gördü. Kırk yaşlarında, kıvırcık saçlı, dinç bir adamdı bu. Gürbüz endamı kara kadifeden ceketini dolduruyor, patiskadan gömleğinde iki zümrüt taş parlıyordu; bol beyaz pantolonu ise Rus derisinden, lacivert işlemeli, kırmızı, acayip botlarının üstüne dökülmüştü.
Frédéric gelince hiç istifini bozmadı. Sonra etrafındakilere sigara tuttu. Ama bu insanlarla arkadaşlık etmekten sıkılmış olacak ki oradan uzaklaştı. Frédéric de peşinden gitti.
Konuşma, önce türlü tütün cinsleri üstünde döndü dolaştı, tabii sonunda gelip kadınlar üstünde karar kıldı. Kırmızı botlu bay, delikanlıya bazı öğütler verdi; kendi nazariyelerini ortaya döktü, fıkralar anlattı, kendini örnek gösterdi; bütün bunları, eğlendirici bir hayâsızlıktan gelme bir masumluk da karışan ağdalı bir nezaket edasıyla söylüyordu.
Cumhuriyetçiymiş, çok yer gezmiş. Tiyatroların, gazetelerin içini dışını biliyor; ünlü sanatçıları tanıyor; hepsini, senli benliymiş gibi küçük adlarıyla anıyordu. Frédéric hemen adama düşüncelerini açtı, o da bunları beğendi, destekledi.
Ama geminin bacasına bakmak için konuşmayı yarıda bıraktı, sonra “Piston dakikada şu kadar gidip gelirse şu kadar zamanda…” vb. diye çarçabuk uzunca bir hesap yaptı, sonucu bulunca karşısındaki manzarayı pek hayran hayran seyretti. İşlerden kafası dinç olduğuna pek seviniyordu.
Frédéric bu adama saygı duymuştu, adını sormaktan kendini alamadı. Yabancı, bir solukta cevap verdi:
“Montmartre Bulvarı’ndaki Art Industriel mağazasının sahibi Jacques Arnoux.”
Kasketi sırma şeritli bir uşak gelip “Bay, aşağıya kadar inmezler mi? Matmazel ağlıyor.” dedi.
Adam gitti.
Art Industriel, bir resim dergisi çıkaran, bir de tablo mağazası bulunan, karışık, melez bir kurumdu. Frédéric bu adı memleketindeki kitapçının sergisinde, ilanlarda, iri harflerle yazılmış Jacques Arnoux adı ile birlikte birçok defalar görmüştü.
Tepedeki güneş direklerin demir bileziklerini parlatarak küpeştenin kaplamaları üstüne, suyun yüzüne dökülüyor; geminin provasında sulardan ayrılan iki derin iz, yamaçların eteklerine kadar uzayıp gidiyordu. Nehrin her dönemecinde hep o sararmış kavak ağaçlarından perde ortaya çıkıyordu. Kırlarda kimsecikler yoktu. Gökte sallanıp duran beyaz bulutçuklar vardı, her yeri kaplamış olan can sıkıntısı sanki geminin gidişini yavaşlatmış ve yolcuların görünüşünü daha da manasız hâle getirmiş gibiydi.
Birinci kamaradaki birkaç burjuva bir yana bırakılırsa yolcuların geri kalanı işçi, çoluğu çocuğu ile gelen esnaf takımıydı. O zamanlar yola çıkılırken külüstür giyinmek âdet olduğundan, hemen hepsinin başında eskimiş birer Yunan takkesi veya rengi solmuş birer şapka vardı. Kimi masaya sürtülmekten talazlanmış eski kara ceket veya mağazada çok giymekten düğmelerinin kapsülü açılmış redingot giymişti; kiminin şal yeleğinin altından üstüne kahve dökülmüş hasseden gömleği görünüyor; kimi partal kravatına pirinç iğne takmış; kiminin kenarı işlemeli abadan ayakkabılarını dikilmiş sübyeler tutuyordu. Ellerinde sapı deri kordonlu hezaren bastonları olan iki üç hayta, herkese yan yan bakıyor; aile babaları, bir şey sorarken gözlerini dört açıyorlardı. Ayakta durup konuşanlar olduğu gibi, eşyalarının üstüne çömelip çene çalanlar da vardı. Kimisi bir köşeye çekilmiş uyuyor, çoğu da yemek yiyordu. Güverte yere atılan ceviz kabukları, izmarit, armut kabukları, kâğıda sarılıp getirilen soğuk et kırıntılarıyla kirletilmişti. İş gömleği giymiş üç mobilya işçisi gemi kantininin önünde durmuşlardı; üstü başı partal bir çalgıcı, harpına dayanmış dinleniyordu; ara sıra kâh kazana atılan taş kömürünün sesi kâh gür bir ses kâh bir gülüş duyuluyordu; kaptansa köşkünde, iki davlumbaz arasında hiç durmadan gidip geliyordu. Frédéric kendi yerine gitmek için, birinci kamaranın parmaklığını itti, orada köpekleriyle duran iki avcıyı rahatsız etti.
Sanki hayalet görmüş gibi oldu:
Kadın tahta kanepenin ortasında tek başına oturmuştu veya gözleri kamaştığı için delikanlı başkasını seçemedi. Tam Frédéric yanından geçerken başını kaldırdı; delikanlı istemeye istemeye omuzlarını kıstı; yine o yönde, epey uzağa gidince dönüp kadına baktı.
Kadının başında geniş, hasır bir şapka vardı; pembe kurdelesi arkasında rüzgârda dalgalanıyordu. İri kaşlarının sivri uçlarını sararak aşağı inen kara tülleri ince, uzun yüzünü muhabbetle sıkıyor gibiydi. Küçük kareli, parlak muslinden elbisesi binlerce kıvrım yaparak saçılıp dökülüyordu. Elinde işlediği nakışa dalmıştı; düz burnu, çenesi, bütün vücudu mavi gök üstüne düşüyordu.
Kadın hep öyle durduğundan Frédéric süzdüğünü belli etmemek için sağda solda dolaştı durdu, sonra kanepeye dayanmış olan güneş şemsiyesinin yanına gelip dikildi, suyun üstünde giden bir kayığa bakar gibi bir tavır takınmıştı.
Ömründe bu kadar parlak bir ten, böylesine alımlı