Bundan on iki sene kadar evvel mart ayında yani nevruz-i sultani1 esnasında idi ki akşam saat on sularında köprüden kalkan Şirket-i Hayriye vapurunun kaptan mevkisinde iki efendi arasında gayet neşeli bir konuşma geçmekteydi.
Her şeyden önce haber verelim ki o mevsimde havalar henüz serince olduğundan kaptan mevkisi henüz tente gerilerek ve kanepeler konularak birinci mevki hâline getirilmemiştir. Belki oturmak için bir hasır iskemleyi bile kahvecilere ancak bir de kahve içerek kırk para vermekle elde ederler. “Kaptan ile konuşmak yasaktır!” diyen levhada kaptanın bulunduğu davlumbazın öte tarafındaki davlumbazda iki arkadaşın konuşmasının da yasak olduğuna dair hiçbir işaret olmadığından bizim iki arkadaş oraya oturmuşlar ve vapurun gidiş hızı ile oluşacak rüzgârdan kendilerini korumak için kaptanlara mahsus olarak yapılan siper arkasına gizlenmişlerdi.
Bunların gayet neşelice olan konuşmaları mevkinin kendilerine en yakın olan köşesinde oturmuş ve bunlara arkasını dönmüş olan bir efendinin dikkatini çekti.
Konuşma şu şekilde başlayıp devam etmişti:
“Haberiniz var mı? Biçare Suphi Bey!..”
“Ne olmuş? Vefat mı etmiş?”
“Hayır! Fakat yarı vefat etmiş de sayılabilir ya? Biçare çıldırmış! Kah kah kah! Aman görmek gerek!”
“Acayip, çıldırmış ha?”
“Aman görmeli, görmeli!”
“Zaten onun aklı tam değildi ya? Bugün vapur yapmaya kalkar. Yarın balon ile havaya çıkmaya çalışır. Bir aralık zamanın mucitleri niçin insanlara iki kanat uydurmamışlar diye kızar. Ey şimdi acaba aklını ne ile bozmuş?”
“Şimdi de aşk ile aklını bozmuş!”
“Aşk ile mi? Kih kih kih! Amma yaptınız ha! Nasıl aşk? Suphi Bey nerede, aşk nerede? Cihanda Suphi’nin arzulu bakışını çekebilecek bir kadın yaratılmış mıdır?”
“Hayır öyle söylemeyiniz! Dünyada Suphi Efendi’ye istekle bakacak bir kadın var mıdır diye sormalı!”
“Öyle ya! Öyle ya! Aşkta yalnız beğenmek şart değildir. Beğenilmek dahi şarttır. İnsan yalnız sevmekle âşık olamaz. Sevilmek dahi lazımdır. Ve illa bazı şairlerimizde görüldüğü gibi yalnız hicrandan micrandan şikâyetle ömrünü, gününü ağlayarak geçiren [kimsenin] gülünç bir şey olması muhakkaktır.”
“Fakat efendim işittiğime göre Suphi Bey’in aşkı dahi tam kendisine münasip bir şey!”
“Nasıl olduğunu açıklar mısınız?”
“Âşık Ömer mi hani ya hangi âşık bir kurbağanın gözüne âşık olmuş da yedi yıl tam o hayvanın gözüne gözlerini dikerek bakakalmış. Bunu işittiniz ya?”
“Evet!”
“İşte şimdi Suphi Bey de buna yakın garip bir şekilde âşık olmuş!”
“O da korkarım lüfer balığının kılçığına âşık olmuş olmalıdır. Kah kah kah! Kih kih kih!”
“Hayır öylesi de değil! Keşke lüfer balığının kılçığına âşık olsa idi. Okkası dörde lüfer çok! Bir çuval ile balığı önüne döktüğümüz gibi âşığımızı muradına eriştirirdik.”
“Ya neye âşık olmuş?”
“Tabiata âşık olmuş, tabiata!”
“Bu tabiat hanım kim oluyormuş? Güzel bir şey mi bari?”
“Kah kah kah! Siz de bilerek mi böyle söylüyorsunuz? Tabiat hanım olur mu?”
“Neden olmasın? Bu kadar acayip ve garip isimler yanında bir de tabiat hanım bulunur ise çok mu olur?”
“Canım hani ya şu bilginlerin bunca bahislere kattıkları tabiat yok mu? Ona bazıları da ‘Cenabıhakk’ın yaratılış kanunu!’ demiyorlar mı?”
“Ey!”
“İşte ona âşık olmuş!”
“Yaratılış kanunu ha? Eğer padişahın ceza kanununa âşık olsa idi biçare âşığı maşukuna kavuşturmak pek kolay olur mu idi? On beş sene müddetle Akka’ya gittiği gibi işte maşuğunu göğsüne çekmiş olurdu. Lakin tabiat kanununu henüz Matbaa-i Amire’de basmadılar ki!”
“İşte tabiat kanununa âşık olmuş vesselam!”
“Ey nasıl kavuşacağını düşünüyor bakalım?”
“Evvelki gibi balon ve kanat hülyasına bedel şimdi önünde koca bir harita! Bir yandan sıcak memleketler çöllerini bir taraftan da kutup denizinin buzlarını ölçmek için elinde pergel gece gündüz uyku uyumuyormuş.”
“Vay vay! Anladım! Korkarım maşukası hanımefendi Hindistan dilberlerindendir de Suphi Bey onu Hindistan’da bulmaya gittiği zaman şayet tabiat hanım kuzey tarafına kaçacak olursa arkası sıra gidip Kuzey Kutbu buzları arasında kendisini sıkıştırmayı hayal ediyor.”
“Hemen de onun gibi bir şey! Geçen gün ahbaplardan bir zat kendisiyle görüşmüş! ‘Ah tabiat ah! Sana kavuşmak nasıl nasip olacak!’ diye hüngür hüngür ağladıkça gözlerinden bela seli gibi yaş dökülüyormuş! Kah kah kah kah!..”
“Vallahi doğrusunu isterseniz ben bu biçareye gülmekten ziyade acımak istiyorum!”
“Ben de acımak istiyorum ama bir türlü elimden gelmiyor.”
Şu konuşmayı dinlemekte olan efendi, Hicabi Bey isminde, dostları arasında pek ziyade zekâ ve kavrayışıyla ün salmış bir adam olup zaten Suphi Bey ile dahi tanışıklığı bulunduğundan ve Suphi Bey’in böyle şuna buna eğlence olan hâllerini de bildiğinden alaycı beylerin alaylarından fazlasıyla sıkıldı. Kendisi Kuruçeşme tarafında bir yalıya misafirliğe gitmekte olduğu için biletçiden bir Kuruçeşme bileti istemiş olduğu hâlde birdenbire fikir değiştirerek “…” diye orası için bir bilet istedi. Suphi Bey orada ikamet ettiğinden Hicabi Bey’in o akşam Suphi Bey’in evine gideceği anlaşıldı.
Vapur … İskelesi’ne yanaştığı zaman Hicabi Bey zaten Suphi Efendi’nin evinin köy içinde hangi yerde olduğunu bildiği için doğruca o tarafa doğruldu. Saat on bir buçuğu geçiyordu ki tak tak Suphi’nin kapısını çaldı. İçeriden “Kimdir o?” sesini Suphi bizzat kendisi verip Hicabi “Aç Suphi Bey birader!” deyince bir aralık “Evde kimse yok! Beyefendi burada değildir!” sesi geldi ki bu ses dahi Suphi Bey’in kendi sesi olduğundan eğer vapurdaki alaycı efendiler olsalar idi biçare adamcağızın deliliğine hükmetmek bundan açık delil istemeyerek kahkahalarını koparırlardı.
Hicabi Bey, Suphi’nin hususi hâllerini bildiği için kendi ismini vererek “Canım teklifli tekellüflü bir misafir değil!” deyince “Vay birader sen misin!” diye paldır küldür merdivenden aşağıya koştu. Kapıyı da açıp Hicabi’yi karşıladı. Şu şekilde özürler dahi diledi:
“Affedersiniz baba Hicabi! Başkasını sandım. Bilirsiniz ya! Bizde karı falan hiçbir şey yok! Misafirime ikram için lazım gelen şeylerin hiçbirisi yok. Bununla beraber sizin gibi vara yoğa bakmayacak misafirler dahi olursa da şu aralık birtakım züppelerin alayları bir dereceye vardı ki artık insanoğlu ile görüşmemeye karar vermiştim!”
“Artık sizin tarafınızdan bu derecesi de mübalağadır ya?”
“Neden mübalağa olsun? Hele buyurunuz yukarıya da bunun kavgasını yukarıda ederiz. Kapı önünde sohbet olmaz.”
Hicabi Bey içeriye girdi, kapı kapandı.
Bu evin içi birazcık izah gerektirir. Çünkü “Zikr-i zarf irade-i mazruf!”2 meselesi en çok hükmünü burada gösterebilir. Bu evi görmek Suphi Bey’i tamamıyla tanımak demektir.
Bu ev bir “ev altı”3 üzerine bina olunmuş üç oda ve bir sofadan ibarettir. Hâlbuki binasının III. Selim dönemi binalarından olduğu, merdivenden sofaya çıkıldığı zaman insanın alnına gelen bir pencere üzerine resmedilen bir tuğranın Sultan Selim tuğrası olmasından anlaşılır. İhtimal ki ev daha eski olup tuğra dahi sonradan resmolunmuştur. Şu kadar ki anılan ev yapıldığı zaman pek sağlam olarak yapılmış olduğundan her ne kadar şu anki görünüşü bir eski ev