Evlilerin meseli
Büyük zelzele İstanbul’u altüst etmişti! Eski duvarlar yıkılmış, çürük çatılar çökmüş. Sancaktar Hayrettin Mahallesi’yle üstündeki Çınar Mahalleciği sanki birdenbire asırların ağırlığı altında ezilen vahşi bir harabe hâlini almıştı. Hekimoğlu Ali Paşa Camisi’nin avlusunda Koca Mustafa Paşa Caddesi’ne inen ince yolun duvarları da on beş gün evvelki korkunç sarsıntıya dayanamamıştı. Gelip geçenler taş yığınlarının üstünden aşıyorlardı. Çınar’ın en büyük, en sağlam evi cami sokağından çıktıktan sonra sağa, yine sağa dönünce ilk gelen çıkmazın köşesine kadar uzayan ahşap bina idi. Şimdi yerinde yeller esen, şimdi yerinde havuzlu viran bir arsa, bir baldıran tarlası kalan bu ev Kaymakam Mahmut Bey isminde çoktan ölmüş bir adamındı. O vakit içinde bu kaymakamın -kocası dışarıda zabit olan- kızıyla yedi sekiz yaşındaki torunu otururdu. Merhum Mahmut Bey Ankaralıydı. Gençken memleketinde dehşetli hırçınlıklar yaptığı için hükûmet onu İstanbul’a sürmüş, zorla asker yapmıştı. Bu hırçın Anadolu çocuğu okumuş, yazmış, zabit olmuş, Kırım muharebesinde büyük yararlıklar göstererek yaralanmış, nihayet Hezargrat’taki güherçile fabrikasına müdür olmuştu. Rus muharebesine girdi; fakat sulhten sonra o kadar ihtiyarlamıştı ki artık gözleri görmüyordu. İstirahat için İstanbul’a gelmiş, bu konağı alıp yerleşmişti. Vakıa bina o vakte göre yeni bir üslupla yapılmıştı. Lakin mahalle halkı cami yolunun sağındaki konakla solundaki bu konağın vaktizamanında Hekimoğlu Ali Paşa’nın haremiyle selamlığı olduğunu söylerlerdi. Gözleri görmeyen bu ak sakallı ihtiyar, az zamanda mahallenin babası oldu. Hiç evinden dışarı çıkmadığı hâlde her işi ona danışırlardı. Ziyarete gelenleri seslerinden tanırdı. Çok dünya görmüş nikbin bir zattı. Ölünce bütün mahalle ağladı. Kazandığı hürmet konakla beraber kızına miras kaldı. Fatma Hanım, sanki Çınar’ın kraliçesi olmuştu. İmam, muhtar, bekçi her an emrine amadeydi. Kadın komşularından başka erkekler bile bayramlarda filan kapıya gelir, hâlini hatırını sorarlardı. Zelzele evleri yıkınca Fatma Hanım konağının büyük bahçesini bütün mahalleliye açtı. Belki on aile keçelerden, kilimlerden çergelerini meyve ağaçlarının altlarına kurdular. Bahçe kapısıyla havuzun arasındaki düz meydana, sanki bir kabile reisiymiş gibi Fatma Hanım’ın çadırı dikilmişti. Geceleri erkekler bir çergeye toplanıyorlar, kadınlar Fatma Hanım’ın çadırına doluyorlardı. Başka bir âlem başlamıştı. Şehir hayatından, ev hayatından birdenbire bedeviliğe dönen bu insanlar tabiatın korkunç tehdidini unutacak kadar seviniyorlardı. Mahalle kahvesinde oturmak tehlikeli olduğu için erkekler pek dışarı çıkamazlardı. Fatma Hanım bahçesindeki cemiyete “harem selamlık” teşkilatını gayet maharetle tatbik etmişti. Yeme, içme, iş, oturma, toplanma, uyku saatleri muayyendi. Sabahları erkenden erkekler işlerine gidiyorlardı. Öğleye kadar her aile kendi işiyle uğraşırdı. Öğleden sonra bir nöbet kadınlar toplanırlar, zelzele hakkında son duyulan havadisleri müzakere ederlerdi. Balat’ta bir müneccim vardı ki onun her dediği çıkardı. Mesela: “Çarşamba günü ikindi zamanı bir zelzele olacak!” derdi.
Bu bütün İstanbul’da inanılmaz bir çabuklukla yayılırdı. Bahçe halkı o saatte bahçenin ortasında küme olur, benizleri sararmış, nefesleri tıkanmış, müthiş sarsıntıyı beklerlerdi. Zelzele gelip geçti mi yine neşe başlardı. Evlerin tenhalığından sonra beklenilmeden meydana gelen bu cemiyet, bu dernek hayatı çocukları bile değiştirdi. Onlar da ayrıca toplanıyorlar, aralarında oyunlar icat ediyorlardı. Fatma Hanım’ın bahçesine göçen ailelerin içinde canca kazaya uğramış yalnız bir adam vardı: Sabri Bey! Henüz yirmi beş yirmi altı yaşına giren bu delikanlı maliyede kâtipti. Çıkmaz sokağın küçük bir evinde ihtiyar anneciği ile oturuyordu. Zelzelenin akabinde eve koşunca anneciğinin ölüsünü bulmuştu. Doktorlar “Kalp hastalığı varmış!” dediler, cenazesi umumi felaket içinde tam iki gün kaldırılamadı! Fatma Hanım işte bu dâr-ı dünyada tek başına kalan Sabri Bey’i sokakta bırakamadı.
“Şimdi han yok, hamam yok, otel yok… Zavallı nerede yatacak?” dedi.
Ona da bekârlığına bakmayarak bahçenin bir köşesinde küçük, minimini, bir kişilik bir çerge kuruldu. Sabri Bey yemeğini dışarıda yiyordu. Fakat kederinden rakıya başlamıştı. Bayağı zamanlarda donuk, mahcup bir mizaç sahibi olan bu genç, yeni dadandığı bu içki sayesinde öyle hoş bir meşrep sahibi olmuştu ki gece toplanan erkekleri anlattığı şeylerle gülmekten katıltıyordu. Saffet Bey -mahallenin ihtiyarlarından biriydi- onu dinler, dinler:
“Aman ya Rabbi! Bu zelzele bize neler gösterdi! İçimizde böyle bir meddah varmış da hiçbirimizin haberi yokmuş!” derdi.
Sabri bir hafta içinde bahçeyi düğün yerine çevirdi. Anneciğinin ölümünü unutmuştu. Hatırlatanlara:
“Dünyaya kim kazık dikecek? Bugün varsak yarın yokuz!” derdi.
Son zamanlara kadar hiç münasebette bulunmadığı mahallenin akşamcıları, şimdi aziz arkadaşlarıydı. Bu akşamcılar yedi kişiydi.
Reisleri Saib Bey, serasker kapısı kâtiplerinden otuz beşlik şişman, kumral bir zattı.
Nihat Bey’le Hamdi Efendi evkafa giderlerdi. Hüsnü Efendi yağ tüccarıydı. Ali Usta yapı kalfasıydı. Rıdvan mahallenin yorgancısıydı. Arap Salih hem mahallenin yamacısı hem de Fatma Hanım’ın uşağıydı. Konağın altındaki dükkânların birinde bedava otururdu. Meze tertibatını yapan, Samatya’da Gümüş Halkalı Meyhanesi’nin üstünde arkadaşlarına her şeyi vaktinde hazırlayan bu adamdı. Onun rakı parasını arifane ile bu akşamcılar pay ederlerdi. Zelzeleden iki gün sonra sevgili annesinin ölümüyle deli gibi olan Sabri’yi Gümüş Halkalı’ya işte bu Arap getirmişti. Mavi boyalı, eski kârgir binaya o:
“Ya zelzele olursa!” diye girmekten ürkünce:
“Meyhaneyi zelzele filan yıkmaz. Burası pirden dua almıştır!” derdi.
Hakikaten enkaz altında kalma korkusuyla ahşap evlerde oturamayan sarhoşlar bu büyük, köhne safkın altında toplanmaktan hiç korkmuyorlardı. Saib Bey, Sabri’yi görünce:
“Bize yeni bir arkadaş daha…” diye bağırdı.
“Bir akşamlık!”
“Yarın kendi gelir…”
Yalnız yorgancı Rıdvan sevinmedi:
“Ulan Arap! Sen sayımızı bozuyorsun! Şimdi sekiz olduk! Ya bu uğursuz gelirse!” dedi.
“Adam sen de…”
O akşam saat ikiye kadar içtiler. Ertesi sabah Sabri:
“Dünya varmış! Şimdi bir yaşıma daha girdim.” dedi.
Kafaları tütsüledikten sonra yıkık duvarlar arasında, fenersiz sokaklardan bahçeye dönüş hakikaten pek alaylı oluyordu. Sabri’nin sesi de güzeldi. Tam Sancaktar Yokuşu’na gelinceye kadar okurdu. Bahçeye sessizce girerler, herkes yemeğini yedikten sonra Saffet Bey’in yanına giderlerdi. Bu toplantılar bazen gece yarısını geçiyordu. Birdenbire mizacı değişen Sabri’yi kadınlardan bile tanımayan kalmadı. Zengin dayısı onu Galatasaray Sultanisi’nde okutmuştu. Fakat mektebi tamamlayamadı. Yine bu dayısının tanıdığı bir paşa onu 700 kuruş maaşla maliyeye koymuştu. Mektepte iken derslerden ziyade tiyatroya heves etmişti. Manakyan’ın, Hamdi’nin, Abdi’nin taklitlerini yapıyor, bütün hayvanların seslerini taklit edebiliyordu. Hele havlamaya başladı mı bütün mahallenin köpekleri bahçenin etrafına toplanır, uluyarak içeri gelmeye kalkarlardı.
Fatma Hanım:
“Zavallının felaketi büyük! Dar-ı dünyada kimsesi kalmadı, ne yapacağını bilmiyor!” der. Sabri’nin coşkunluğunu hoş görürdü. Saat bire geldi mi kadın erkek, çoluk çocuk bütün bahçe halkı Sabri Bey’i beklerlerdi. Mehtap da çıkmıştı. Sabri rakının neşesiyle, her gece başka bir eğlence çıkarırdı. Fatma Hanım’ın bahçesinde eğlenildiğini duyan diğer virane sakinleri de akşamları misafirliğe gelmeye başladılar. Bedevilik hayatı azıcık tesettür hırsını gevşetmişti. Kadınlarla erkekler birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Mesela Sabri’nin bulunduğu çergenin etrafına onu dinlemek için genç kadınlar, kızlar, hafif birer başörtüsüyle gelip oturma cesaretini gösteriyorlardı.
ASİLZADELER
“Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.”
“Evet,