Yöntem; başka bir deyişle zihnin nesneye uygulanışı, zekâ gücünün çözülecek problem üzerine yoğunlaşması aslında nedir? Bu açıdan yöntem bir araçtır. Creusot’nun o devasa şahmerdanı yalnızca mükemmelleştirilmiş bir çekiçtir ve en güçlü buhar makinesi yalnızca mekaniğin temel yasalarını faaliyete geçiren bir kaldıraç oyunudur. Maddesel dünyada gücümüze güç katan modern endüstrinin araçları ise temel araçların dönüşümleridir.
Oysa bu temel araçların hepsi birer yöntemdi. Yunanlıların ileri görüşlü dehası bir çalışmada önemli olan noktanın sağlam adımlarla yürümek, belirli bir yol takip etmek, tek bir yönde ilerlemek ve dikkatini dağıtmamak olduğunu anlamıştı. Dikkatimizi çözülecek problem üzerinde yoğunlaştırarak takip edilecek en doğru rotayı buluruz. Kavrama gücü yüksek olan bir zihin, güçlük yaratan bazı büyük kayaları kaldıraç vasıtasıyla yerinden oynatmayı bu şekilde başarmıştır. Şüphesiz ki bu zihin, oyunlarına bunu dâhil eden çocukları gözlemlemişti. Misket oynarken pistonun her iki yüzüne buharı dönüşümlü olarak dağıtan dış merkezliyi icat eden kişi aslında küçük Potter değil midir? Onu gören Watt bu icadın değerine hayran kalmıştı.
Oysaki makine ve araçların var ettiği, gücümüzü yüz katına çıkaran bu yöntemler, zihinsel işleyiş için vardır; kaldıracın kaslarımızın verimliliğini, teleskobun görüşümüzü artırması gibi yöntemler de zihnin verimliliğini artırır.
Fakat bazı sebeplerden ötürü somut dünyada yöntemlerin keşfi soyut dünyadakinden daha kolay oldu. Bunlardan biri, problemlerin mucitlerin karşısına sınırlı, açık bir şekilde çıkması ve dikkatin maddeci denemeler üzerine dayandırılmasıdır. Öte yandan ölçümler yanlış yapılır, tabiatın değişmez kuralları ihlal edilirse doğa derhâl yaptırım uygular ve hatanın düzeltilmesi güçleşir. Bir parçanın maruz kalacağı basıncı yanlış hesaplarsam o parçanın kırılması gibi.
Bunun aksine entelektüel çalışmada hatalar hiçbir zaman fiziksel bir olayın netliğine sahip değildir. Sonuçları uzun vadede ortaya çıkar ve çalışanlar çoğu zaman bu sonuçların farkına varmazlar.
Zaten karmaşık maddesel objelerin yarattığı kafa karışıklığının insanı dalgınlaştırmaması zordur. İyice bakmak için geri çekilmek, sağlam gözlerle objektif olanı görmek ve olanı olduğu gibi eleştirmek güçtür. Herbert Spencer uyandığı andan itibaren temas ettiği sıradan her nesneyi inceler ve üreticisi tarafından büyük ölçüde değişime maruz bırakılabilecek bu nesnelerden farklı olduğunu anlar. Taylor, işçilerin vagona yük bindirmek, tuğladan bir duvar örmek gibi en basit işlerinde bile hareketlerini dikkatle yapmalarının güç harcamalarını dörtte üç oranında azaltabileceğini göstermiştir. Büyük bir tren ekspresi Paris’e vardığında bagajların masalara sertçe indirilmesi örneğini ele alalım: Her gün, her trende tekrarlanan zaman kaybını, güç israfını, herkesin gergin ruh hâlini gözümüzde canlandıralım. Koşullara uyarlanamayan bir zihnin nesne üzerinde yarattığı zarara şahit olacağız.
Zihnin nesneye yoğunlaşmasından ve objektif, aklı başında, alışılmış uygulamaların dışında işleyen, yeni bir bakış açısıyla nesneye bakan bir tutumdan daha az bulunanı yoktur. Hiçbir şey adil ve hassas bir terazi gibi ölçülemeyen ağırlıkları algılayabilen, ön yargılar ve alışkanlıklar tarafından çarpıtılmamış, dengede kalmayı başarabilmiş bir zihinden daha nadir değildir. Hataların yaptırımlarının kaçınılmaz olduğu maddesel dünyada, alışılmış uygulamayı düzeltmeyi zorlaştıran da budur: Hele bir de çözülmesi zor sonuçlara sahip zihinsel alışkanlıklar söz konusuysa!
Ordu ve üniversite şüphesiz ki seçkinler topluluğunda yer alır. Yine de yapılan gözlem şunu gösterir ki her yüz kişiden biri bile yaptığı şeyi objektif bir şekilde, sağlam bir zihinle eleştirebilme yeteneğine sahip değildir. Sadece yüzde onluk bir kısmı, bir öğretim sürecinin manasızlığı ispat edildiğinde bunu değiştirebilme kabiliyetine sahiptir. Bundandır ki dikte1 gibi anlamsız öğretim yöntemleri umutsuz bir işlevsizlikle sürüp gider ve Fransız kompozisyonunun açıkça verimsiz olan geleneksel öğretimi liselerimizde varlığına devam eder.
En basit keşifleri yapmanın bile yüzyıllar aldığına şaşırmamalı. Öyle ki uzun yıllardan beri yazılar oyulmuş plakalara neşrediliyordu ve her harfin arasındaki plakayı yontmayı akıl edecek dâhi bir adam gerekti.
Zihinsel alışkanlıklardaki olayların net bir şekilde görülmesini zorlaştıran şey, bilimsel zihnin psikolojideki eksikliğidir. Psikoloji öğretimi yakın zamana kadar teolojik kaygılar nedeniyle çarpıtılmıştır. Bu, tamamen bilimsel olan irade meselesinin teolojik bir meseleye sinsice nasıl dönüştüğüdür: Özgür irade meselesine. Mekanik yasalarda olduğu gibi kendi içinde de güvenilir yasalara sahip olan psikolojinin temelinde yatan düşünce, şimdiye kadar eğitimcilerin ruhuna nüfuz edebilmiş değildir. Öyle ki, zihinsel çalışma esnasında gözlem ve deneyim eksiklikleri söz konusu olduğunda alışkanlıklar hüküm sürmeye başlar. “Bir Fiji şefi, bir gün kabilesinden uzun bir kafile eşliğinde dağ yolunda ilerliyordu. Birden ayağı takılıp düşecek gibi olduğunda içlerinden biri hariç herkes aynı hareketi tekrarladı ve daha sonra şefin hareketini tekrarlamayan o bir kişinin üzerine atılıp kendini şeften nasıl daha değerli görebildiğinin hesabını sordular.”2
Bu hikâyeye gülmeyin. Mademki her öğrenci gördüğünü nasıl gördüyse o şekilde tekrarlar, o hâlde bizler de bu Fiji topluluklarına benzer hareket ediyoruz.
Ben de kendi yöntemsel hatalarıma kapılmıştım. Amacından sapmış, öğrenilmesi zorunlu tutulan bilgiler yığınından yorgun düşmüş bir hâldeyken kişisel bir çalışma yöntemi keşfetme imkânım yoktu. Hocalarımız bizi hiçbir zaman araştırmalarına dâhil etmedi. Hatta öyle ki çalışma yöntemlerini bize açıklama konusunda isteksiz görünürlerdi. Çalışmayı kölelik olarak gören ön yargının bir devamı mıydı bu? Yoksa başarılarının onlar için bir çocuk oyuncağı olduğunu ve bu başarıların Tanrı vergisi bir beceriden kaynaklandığını mı düşünmemizi istiyorlardı?
Öte yandan, verdikleri zahmeti itiraf ettiklerinde ise bizlerin motivasyonunu düşürmek, insanüstü bir enerjide gözükmek için bunu saçma bir derecede abartırlardı. Büyük Flaubert’in günde on sekiz saat çalışmakla böbürlenmesi de bundandır!
Kaç defa günde on beş saat çalıştığını alçak gönüllülükle söyleyen “entelektüeller” gördüm. Bu kişilerle karşılaştığınızda onlardan çalışmalarını size göstermelerini rica edin.
Çalışmalarım süresince vardığım farkındalıklar daha önce kimsenin dikkatini çekmemişti ama neyse ki geç olmadan farkındalık kazandım! Üretmek teknik bir kusursuzluk gerektirdiğinden ve bu üretimi iş gücünün hafızaya ve vücut enerjisini düzenleyen yasalara akıllıca uyarlanmasıyla elde ettiğimizden kuşkum yoktu. Öğrenme sanatı, zihnin ve bedenin kanunlarına nasıl boyun eğileceğini bilme sanatıdır.
Zorunlu yasalara boyun eğmek ise tembelliğimiz, kibrimiz ve anarşik faaliyetlere duyduğumuz ihtiyaç için bir işkencedir. Her birimizde yasaların bizi kapsamadığına dair boş bir inanç vardır. Bu yüzden olayları akışına bırakmayı ve entelektüel gelişimimizi maceraya teslim etmeyi tercih ederiz. Tesadüfler rejimi altında yaşarız. Fikirlerimiz, kendine özgü bağlarla dilediği gibi birbirlerine bağlanır ve az da olsa istikrarlı bir hayal dünyasından ibaret olan bu zihinsel yaşam, öngörülemezliğiyle insana hoş gelir. Bir turiste de hoş gelen şey kendisine sunulan görüntü çeşitliliği, trafiğin akışı, karşılaşmalar, gök gürültülü fırtınalar ve konforsuz dağ evleri gibi tesadüfi durumlar bütünüdür.
Oysa bakalorya sınavlarına hazırlayan ansiklopedik programlar aracılığıyla yaptığımız yolculuklarda turist olarak yaşamayı çoktan öğrendik. Bizim değişken doğamıza ve istemli iradeye duyulan nefrete karşılık veren bu tesadüfler rejimini seviyoruz. Bu, doğal bir rejimdir.
Çoğu insan bundan zevk alır ve böylece hayatını ziyan eder. Yurt dışında öğrencilerimizi zeki, çalışkan, ciddi addetmek için ortak bir çabada hareket ederiz -meraklı ve isteklidirler, kolayca harekete geçerler- ama onlar da tesadüf alanlarında gezinen turistlerden farksızdırlar. Harika şeylerin gerçekleşeceğini sezinleyerek ateşli bir ruh hâline bürünürler. Fakat bunlar asla