Abdül-Mesih büyük bir süratle Satih’in olduğu yere gitti. Yanına girdi, selam verdi. Satih ise ölüm döşeğine döşenmiş, gözleri kapanmış olduğundan, Abdül-Mesih’in selamını işitmiyor, dünya kelamı kulağına gitmiyordu. Satih’in bu hâli Abdül-Mesih’e çok dokundu. Hemen Satih’i etkileyecek, içinde yanık sözler bulunan bir şiir söyledi.
Şöyle ki: “Acaba Yemen’in ulusu sağır mıdır, yoksa işitiyor mu? Yoksa ölüp gitti de bizleri bütün bütün ümitsiz mi bıraktı? Ey zorlukları sona erdiren faziletli adam! Bir büyük ve muhterem topluluğun büyüğü olan kız kardeşinin oğlu, şah-ı Acem tarafından gönderilmiş olmasıyla dağ ve düzlük, gece ve gündüz demeyip, yollardaki tehlikelere aldırmayıp fevkalade sürat ile sana geldi. Bütün bilginlerin âciz kaldığı önemli bir işi senden sorup öğrenmek ister.”
Bunun üzerine Satih gözlerini açtı ve dedi ki: “Abdül-Mesih, sürat ile Satih’e geldi. Satih ise kabre girmek üzeredir. Seni melik-i Sasan gönderdi. Sarayının sarsılması ve ateşgedenin sönmesinin neye delalet eylediğini soruyor, bir de Mubedan’ın gördüğü rüyanın tabirini istiyor ki rüyasında bir alay sarhoş devenin, bir bölük Arap atını yenerek, Dicle’yi geçip memleketine dağıldığını görmüştü.
Ey Abdül-Mesih! O zaman ki okuma çoğala ve Sahib-i Hirâve görüne ve Fars ateşi söne ve Semâve Vadisi taşa ve Sâve Gölü bata, Şam artık Satih için Şam değildir. Beni Sasan’da yıkılan sütunlar adedince on dört melik ve melike gelir ve artık olacak olur!” dedi ve hemen vefat etti.
Abdül-Mesih, Medayin’e döndü ve Satih’ten işittiği sözleri Nûşirevan’a söyledi. Nûşirevan ise kendisinin saltanatında bir kötülük çıkacağından endişe etmekte olduğu için bu haberle teselli buldu, memnun oldu ve “Bizim neslimizden on dört hükümdar gelip gidinceye dek neler olur?” dedi.
Hakikaten on dört hükümdar gelip geçinceye kadar çok yüzyıllar geçmiş olacaktı. Oysa Nûşirevan’dan sonra bir aralık Sasani Devleti’nin durumu bozularak, yalnız dört yıl içinde Sasani sülalesinden on hükümdar gelip geçmiştir. Sasanilerin ömrü sanıldığı kadar uzun olmadı. Kısa zamanda ülkeleri Müslümanların eline geçti. Nûşirevan’dan sonra on dördüncü hükümdar olan Yezdicürd, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında öldü. Onunla Sasani Devleti yıkılmış ve sona ermiştir.
Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed’in Doğumundan Peygamberliğine Kadar Meydana Gelen Harikulade Olaylar
Mekke ahalisi, öteden beri yeni doğan çocuklarını Mekke’de tutmayıp, aşiretlerden bir sütanneye verirler ve aşiretler içinde havası temiz olan yerlerde terbiye ettirirlerdi.
Bu şekilde aşiretlerden ara sıra Mekke’ye sütanneler gelir, emzirip büyütmek üzere birer çocuk alır ve çocukları büyütüp de annesine babasına teslim ettiklerinde ikram görür, yardım alırlardı.
Muhammed’in (s.a.v.) doğumu zamanında da Beni Sa’d Kabilesi’nden Mekke’ye birçok sütanne geldi ve her biri birer çocuk aldığı sırada içlerinden Haris adlı kişinin eşi Halime de Hazreti Muhammed’i aldı ve kendi yurduna götürdü.
O sene Beni Sa’d diyarında kıtlık ve pahalılık vardı. Halime, Fahr-i Âlem’i alıp da götürdüğü gibi hayvanlarının sütü çoğaldı ve hanesinde fevkalade bereket meydana geldi. Haris buna dikkat çekip, “Ya Halime! Bu getirdiğin yetimin ayağı ne uğurluymuş. O geleli gecemiz hayır oldu. Aman ona iyice bakalım.” dedi. Halime ise onu öz evladından fazla severdi. Hatta büyüyüp de ayak üzerinde gezmeye başladığında Âmine onu almak istedi fakat Halime, “Mekke’nin havası ağırdır. Aman dokunmayınız. Bir müddet daha bizim yanımızda kalsın.” diyerek Âmine’yi ikna etti ve onu kendi yanında alıkoydu. Halime, onu canı gibi sevip, esen rüzgârdan sakınıp asla yanından ayırmazdı.
Bir gün her nasılsa Halime’nin dalgınlığına gelmiş, o da süt kardeşi Şeyma ile birlikte öğleyin kuzuların yanına gitmiş. Geldiklerinde Halime, kızı Şeyma’ya, “Niçin güneşin böyle kızgın zamanında dışarı çıkıyorsunuz?” demiş. Şeyma da “Biz sıcak görmedik. Kardeşimin başucunda bir kara bulut dolaşıyor. O nereye giderse bulut da beraber gidiyor, bir yerde dursa duruyor. Buraya kadar hep gölgelikte geldik.” diye cevaplamış.
Bunun üzerine Halime ve Haris, âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gidişatına çok dikkat edip gördüler ki yüzünün nuru ve simasının parlaklığı dolayısıyla başka çocuklardan farklıdır. Davranışları da diğer çocukların hareketlerine benzemiyor. Çocuklar oynarken, o karşıdan bakıp oyuna karışmıyor.
Haris ve Halime onun bu gibi tavırlarına bakıp, onda bir başka görünüş olduğunu anlamışlar, ona karşı eskisinden daha saygılı davranmaya başlamışlar.
Ne zaman ki dört yaşına erişti, gezip dolaşır oldu, o zaman olağanüstü hâller çoğaldı. Haris bu durumlardan ürktü, karısına, “Ey Halime! Vakit kaybetmeden bu çocuğu anasına vermeliyiz.” dedi. Halime de ister istemez Hz. Muhammed’i (s.a.v.) alıp Mekke’ye götürdü. Muhterem annesi Âmine’ye verdi.
Sonra Âmine, onu alıp Medine’ye götürdü. Dayıoğulları olan Neccâroğullarıyla görüştürdü. O zaman Medine’de bulunan Yahudi kâhinleri, onun şekline ve durumuna bakıp, “Bu ümmetin peygamberi işte bu çocuk olsa gerektir.” derlerdi.
Âmine onunla beraber Medine’den Mekke’ye dönerken yolda öldü. Âlemlerin övüncü olan Hz. Muhammed (s.a.v.), anadan da yetim kaldı. Dedesi Abdül-Muttalib onu yanına aldı.
O sırada Mekke’de büyük bir kıtlık vardı. Kureyş Kabilesi, Abdül-Muttalib’e gelerek, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elini tutup, Ebu Kubeys Dağı’na çıktı. Allah’a (c.c.) yalvardı. Yüce Allah (c.c.) da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hürmetine yağmur yağdırdı, büyük feyiz ve bereket verdi.
Arap şairlerinden bazıları o zaman bu hadiseye dair şiirler söylemişler, bundan dolayı Abdül-Muttalib’e teşekkür etmişlerdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) o zaman yedi yaşındaydı. Bir yıl sonra Abdül-Muttalib, yüz küsur yaşında öldü. Hz. Muhammed amcası Ebu Talib’in evinde kaldı.
O yıl da Mekke’de kıtlık olmuştu. Kureyş Kabilesi, Ebu Talib’e gelip yağmur duasına çıkması için yalvardılar. O da Hz. Muhammed’in (s.a.v.) elinden tuttu. Birlikte Kâbe’ye gitti. Kâbe duvarına dayanıp dua etti. Hz. Muhammed (s.a.v.) parmağını göğe doğru kaldırdığı gibi yağmur yağmaya başladı.
Nitekim Cülhüme İbni Urfuta adındaki şahıs, o zaman Mekke’de bulunuyordu ve bu olayı şöyle anlatmıştır: “Bir yıl Mekke’ye gittim. Kıtlıktan dolayı Mekke halkının hâli yamandı. Birbirlerine danışıyorlardı. Bazıları, Lât ve Uzza adlı putlardan, kimileri de Menat adlı puttan yardım istemeyi önerdiği sırada içlerinden yaşlı birinin, ‘Hâlâ aranızda Hz. İbrahim’in sülalesinden kalan varken, niçin başka sebep arıyorsunuz?’ demesiyle Kureyş’in ileri gelenleri, hemen kalkıp Ebu Talib’in yanına gittiler, yağmur duasına çıkmasını rica ettiler. O da çıkıp Kâbe’ye geldi. Arkasını Kâbe duvarına verdi. Duaya başladı. Yanında, yüzü güneş gibi parlayan bir oğlancık vardı. Parmaklarıyla göğe işaret etti. Gökyüzünde bir parça bulut yokken, her taraftan bulutlar belirdi, yağmurlar yağdı. Seller aktı.”
Bu olaydan, Ebu Talib de bir şiirinde edebî bir şekilde bahsetmiş, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) keramet ve saadetine dair sözler söylemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.) on iki yaşındayken Ebu Talib, ticaret maksadıyla Şam tarafına çıkıp onu da beraber götürdü. Şam vilayetinde bulunan Busra şehrine eriştiklerinde bir manastırın karşısına