Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı - Kösem Sultan’ın Yüzüğü. Lütfü Şehsuvaroğlu. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Lütfü Şehsuvaroğlu
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-605-121-990-5
Скачать книгу
gözleri çevrildi. Ulemadan o zatın belki de kendilerini azarlamasını bekliyorlardı. Oysa herifçioğlunun yüreği ağzındaydı. Korkudan ne yapacağını bilmiyordu. Kalabalığı kışkırtan ve moral veren şu sözleri yuvarladı ağzından:

      “Bizim sözümüz bir işe yaramadı bari gidin kendiniz söyleyin…”

      Artık sarayın mahremine girmişlerdi. Cihanı fetheden hükümdarların mahremine…

      Birlikte yürüdükleri yolları, ülkeleri düşünmeden edemediler.

      Şimdi o mahreme girmişlerdi. Bazıları utanç ve korku içinde yaptıkları işe şaşıyorlardı. Neye cüret ettik biz diye hayıflanabilirlerdi eğer bir makul ses duyabilselerdi.

      İstemek cüretini gösterdikleri şeyin ne olduğunu neye mal olacağını biliyorlar mıydı?

      Uğruna canlarını verdikleri mahreme cüretkâr gözlerini dikmişlerdi. Tereddüt ettiler bir müddet. Bazıları birbirleri arasında fısıldaşıyor ve ne yapıyoruz yahu biz der gibi yüzlerindeki ifadeyi paylaşıyorlardı.

      O anda ne olduysa oldu. Bu şuursuz, bu kuru kalabalığa bir ülkü etrafında birleşme duygusu aşılayan bir hedef gösterildi.

      “Sultan Mustafa’yı isterük! Sultan Mustafa. Sultan Mustafa…”

      Artık mütereddit kitle bir amaca erişmişti.

      Sultan Mustafa’yı alıp atıyla gezdirmek ve mümkünse tahta oturtmak.

      Başlangıçta padişahı yapmayı düşündüğü yeniliklerden vazgeçirmeye çalışmak olan talepler, şimdi artık daha ileri bir safhaya taşınmış; doğrudan azlinden, direnirse katline ve yerine bir akıl hastası olan Şehzade Mustafa’yı oturtma amacına kadar ulaşmıştı.

      Artık Genç Osman lakaplı İkinci Osman’ın suyu ısınmıştı.

      Ne kadar üzüldüm, anlatamam. Çocukluğu gözlerimin önünde… Şehzadeliğinin son demlerinde bir hafta boyunca benim sarayımda onu misafir etmiştim. Felekten bir hafta… Tadınca eğlenmişti rahmetli. Hepsi oymuş…

      Ama şimdi ne olacak? Yüreğim kıpır kıpırdı. İhtilalciler Osman’ı devirmişlerdi. Osman’ı tıpkı amcası gibi bir odaya kapatırlar zannediyordum. Oysa olaylar çığırından çıktı, hiç de tahmin ettiğim gibi olmadı. Osman’ın yerine akıl hastası olan kayınbiraderi tahta geçecekti. Bu da Murad’ımın önünü açıyordu. Nasıl olsa vüzera bir toplantı tertip eder ve akli melekeleri yerinde olmayan padişahı devirirlerdi. Bu arada da kem gözlerden şehzademi korur, iyi bir padişah olmak üzere yetişmesine gayret ederdim.

      Eski Saray’da unutulmuş olmak, hedef teşkil etmemek en iyisi…

      Eski Saray’da olsam da gelişmeleri takip etmem en azından oğlumun, Murad’ımın akıbeti için elzemdi.

      Osman’ımı deviren, o kötü sona götüren olayları yüzüğüme bakıp izleyebilmek ne kadar da isterdim. Ama yüzüğüm Andronikos’un sokaklarda sürüklenmesinden başka bir şey göstermiyordu.

      Yoksa bir benzerlik mi vardı?

      …

      Hüseyin Tugi’yi çağırdım, ondan hadiseyi tafsilatlıca dinledim. Solak namıyla maruf Tugi vakanüvis idi ve olayı baştan sona takip etmişti.

      “Bin otuz bir Recebinin yedinci Çehârşembe güni, sipâh ve yeniçeri ve bâkî halâyık her zümreden Süleymaniye hareminde cem‘ olup, çarsûlar kapadup, ba‘dehû Odalarda, At Meydanı’nda yığınak eyleyüp ve ba‘dehû umûmen At Meydanı’nda Yeni Cami hareminde cem‘ olup, cevablari bu ki: ‘Padişahımız Ka‘be’ye gitmek nâmı ile Anadolı’ya gitmege ilkâ idenleri isteriz ve Padişahı Anadolı’ya gitmekden ferâgat itdürmek isteriz.’ Öyle olsa halkın böyle gulüvvesinden, ol gün hisar kapularını kapatdılar ve Âhûr Kapusından tuğ ve otâğ-ı hümâyûnı kadirgalara koyub, Üsküdar’a geçmek mahallinde komayub, alı kodılar ve Dârü’s-Saâde Ağası Süleyman Ağa, padişahımıza her gün kulu geçmek üzre olup, yeniçeri tayfasının tüfenk endâzlığında ve sipâhi halkının cündîlikde ve cenk günlerinde meharetlerü bellüdür, bu kul kullukdan çıkmışdur, kul olursa Mısır ve Şam’ın cündîleri ve tüfenk endâzlıkda Anadolı sekbânı gibi olsa deyup ve sene-i mâziyede Hotîn seferinde bir kâfirin azacık taburın bozmağa kâdir olmadılar, bî-hüner ve bî-menfaat, derinti ve madrabaz ve erbâb-ı maâş kul olur mı, deyu saâdetlü padişaha söyleyu söyleyu kulu soğuttu ve cündî ve sekbân yazmak sevdasına düşürdi ve Sadrazam Dilaver Paşa ve Hâce Ömer Efendi bu cevaplarda Dâru’s-Saâde Ağasına muvâfakat üzre idiler. Ve dahî Hâce Ömer Efendi, Padişahı Anadolı’ya geçürmege medh eylemekden muradı bu idi ki, bundan evvel Hâcenin karındâşı ki Karabaş Efendi dirler idi, bir uğurdan Ka‘be’ye kadı ittirmiş idi. Ka‘be’de vali olan şerif, Karabaş’a kazayı zabt itdürmeyup selb eylemek mu-rad eylemiş idi, ehl-i Ka‘be, şerifden recâ eylediler, bu hususda Hâce Efendiye gayret düşdügünden, Padişahı, Mısır’a götürüp ba‘dehû Ka‘be’ye iletüp şerifden intikam ala: ‘Padişahım, elhamdülillah gâzi oldın sana hac eylemek farz oldu, hacı ve gâzi unvanıyla ser-efrâz olmak gereksin.’ dirdi.”

      “Ne yani?” dedim, “Koskoca padişah mülkünde serbest dolaşamayacak mı? İster Üsküdar’a geçer, ister Hicaz’a; kim ne karışır?”

      “Sade o değil sultanım. Tefrika, fitne bir kez girmeyu görsün kamuyu teskin etmek lazım gelmez mi idi?”

      Tugi bir an düşündü ve ilave etti.

      “Yeniçeri kulları hakarete uğradıklarını düşünirler idi. Bostancıbaşı Bebr Mehmed Ağa, Yeniçeri Ağası Yusuf Ağa ile mâbeyn olduğundan, Padişahı her bar tebdil câme ile gezdirup meyhâneleri ve yasakçı odaların basdırup, sipâhi ve yeniçeriden çoğun ahz eyleyup ve çoğuna dahî deyneg urdurup ve taş gemilerine koydurup bu ahvâlden kul tayfası ziyade müteellim idiler. Ve bir sebep dahî mukeddemâ Hotin seferinde virdikleri biner akçe atiyye, mevcûdına virilüp, birkaç günden sonra gelenlere virmediklerinden, kul dahî tabur fethinde nevân ihmal ve tekâsül üzre idiler Biz sözümüze gelelim. Dilaver Paşa ve Hâce ve Süleyman Ağanın muradları üzre padişah dahî Anadolı’ya gitmeği mukarrer eyledi ve sekbân yazmak hususu tevâtüre irmiş idi hatta sekbân yazmak içun Saray-ı Atîk teberdârlarından Eski Yusuf nâmında bir kimesneyi zahîre cem‘i bahanesiyle sekbân ve cündî yazmak içun Diyâr-ı Arab ve Şam ve Haleb’e gönderilmiş idi.”

      “Ne kadar kesin hüküm bu? Nerden bilesiz? Kim uydurmuş? Sekban toplasa katline cüret edilebilir miydi? Hani o sekban?” diye sordum. Tugi, titredi suçu yine râvilere attı.

      “Ben muhtelif rivayetleri dercettim a sultanım!” dedi.

      Elimi kızgınlıkla “devam et” der gibi salladım. Koynumdan bir kese altın çıkarıp içinden birkaç altın önüne attım. Devam etti:

      “Biz sözümüze gelelim. Sekban içun diyar-ı Arab, Suriye ve Anadolı’ya ulak gönderdiği rivayet edilür. Pâdişah ise raht ve baht ve cümle hazâyini turma Üsküdar’a geçirmek üzre idi, bu ecilden gâhi, iç halkından, taşra kul tayfasına bu ahvâli bildirup, ‘Bilmezüz böyle itmekden padişahımızın fikri nedir?’ dirler idi.”

      …

      Anlaşılan kafasındaki fikirleri genç padişah toyluk edip hocası Ömer Efendi’ye, hatta kayınpederi şeyhülislam hazretlerine veya karısına aktarmış; onlar da yeniçerinin kulağına gidecek şekilde bir yerlerde fısıldamışlar. Ocağa bir fısıltı düşmesin varsın. Hemen kırkı bin yapıp hikâyeler uydururlar.

      Neymiş padişah, ocağı, artık “zararlı” diye kapatacakmış. Neymiş karşıya geçip Anadolu’dan ve Suriye’den saf bir Türkmen ordusu tesis edecekmiş!

      Ne