Yirmi, yirmi beş sene önceki bir zamandayız. Ay, güzel kokular saçan baharın goncalar açan nisanı, gün ise hilafet merkezi diyarının din kardeşliği günü olan cumasıdır.
Karadeniz’in Boğaz’a yakın bir yerinde bulunuyoruz. İstanbul ile Varna arasında işleyen “Lloyd” kumpanyasının “Volkan” vapuruna binmiş, Varna’dan İstanbul’a geliyoruz.
Sabah vaktidir. Ufuktan henüz yükselmeye başlamış olan, cihanı aydınlatan güneşin hayat bahşedici renkleri, denizin yüzü ile vapurun sağ tarafında uzanan yeşil Rumeli sahilini hüzünlü parıltılara boğmuştur.
Demir yolu bağlantısı kurulmadan önce Varna postası, bilhassa nisanda Doğu ve Batı’nın şair ve ediplerinin layıkıyla vasıflandırmak ve tasvir etmek için münasip söz bulmaktan âciz kaldıkları Boğaziçi ile İstanbul’un güzel ve birbirinden ihtişamlı manzaralarından kendilerine yeni duygular ve lezzetler aramak üzere gelen Avrupalı turistlerle dolmuş bulunurdu. O gün de bunlardan yirmi kişi vapurda mevcuttur.
“Volkan”, Fener dubasını sol tarafında bırakarak Boğaz’ın ağzına doğru aheste aheste ilerlemekteydi.
“Bosfor! Bosfor!” yani “İstanbul Boğazı!” haykırışları ağızdan ağıza geçerek derece derece güverteden aşağıdaki salona, salondan da uyuyanlarla dolmuş bulunan küçük kamaralara kadar yayıldı. Giyinmiş olanlar hemen yukarıya çıkmaya, yataktakiler de çarçabuk giyinip hazırlanmaya çalışarak birkaç dakika sonra hepsi güverte üzerinde toplandılar.
Yirmi kişiden ibaret bulunan bu birinci mevki yolcularının hemen yarısı fesli idiyse de, feslerin açık kırmızılığı, kalıpsızlığı, püsküllerin iğreti iliştirilmesi, fese alışkın olmadıklarını, hatta fesçi dükkânına uğramak lüzumunu dahi hissetmediklerini kâfi derecede gösteriyordu. Ancak üç yolcunun fesleri düzgün olup yalnız onların yerli oldukları anlaşılıyordu.
Güverte üzerinde toplanmış bulunan turistlerin hepsi meşguldü. Kimi dürbünle bakıyor, kimi de etrafa göz gezdiriyordu. Vapurların, yelkenli gemilerin, odun ve kömür kayıklarının çokluğu, etrafa hâkim Yuşa Tepesi, hep aranılan Boğaz’ın, seyahatin bu en son gayesinin yakında olduğunu gösteriyordu. Lakin Boğaz güzellik ve ihtişamıyla henüz kendini göstermemişti.
Yirmi, yirmi bir yaşlarında bir fesli delikanlı şafak vaktinden beri güvertenin üzerinde hazır bulunarak, iki eliyle davlumbazın tel halatını sımsıkı tutmuş olduğu hâlde azim ve tefekkürü ifade eden derin siyah gözlerini ileriye dikmiş ve sanki zihnindeki düşüncelere ve kalbindeki gizli duygulara dalmış gibi kendisini ve etrafındakileri unutmuş duruyordu.
Hâl ve kıyafetinden Fransız olduğu tahmin olunan bir yolcu dalgın delikanlıya yaklaşarak Fransızca:
“Mösyö Mansur Bey! Şüphesiz defalarca buradan geçip görmüşsünüzdür. Boğaz’ın ağzı, dağın eteğine doğru uzayıp körfez gibi görünen şu köşe değil midir?” dedi.
Mansur Bey diye hitap edilen o delikanlıda hiçbir ses ve hareket görülmedi. Fransız sualini tekrar etti. Delikanlıda yine bir cevap eseri görülmedi. Bütün vatandaşları gibi aceleci olan Fransız, hiddet ve hayretle omuzlarını kaldırdı, bir kere alaylı bir bakışla baştan ayağa kadar delikanlıyı süzdükten sonra homurdanarak öbür tarafa geçti.
Delikanlı mıhlanmış gibi yerinde, tavrında, bakışında sabitti.
Güya bir şeyi kaybetmekten korkuyormuş gibi hatta göz kapaklarını görünemeyecek derecede süratle indirip kaldırıyordu. Diğer vapur arkadaşları gibi çokluk etrafa da bakmayıp hep ilerideki meçhul noktaya gözlerini dikmişti. O noktaya bir an evvel kavuşmak arzusu her hâlinden belli oluyordu. Vapurun sürati yetmiyormuş gibi başını dik tutmakla beraber acelesinden vücudunun üst yarısını öne doğru eğmiş bulunuyordu.
Arada sırada gözlerinin fevkalade parlamasına tesadüf eden manalı tebessümler yüreğinin bir sevinçle nazlandığını ima ettiği gibi, bazen de renginin değişmesiyle yüzünü kaplayan ciddiyet, zihninin bilinmeyen bir endişeye saplanarak üzüldüğünü gösteriyordu.
Hasılı delikanlının her hâli ve davranışı, kalabalık içinde bile dikkatleri kendisine çekecek derecedeydi. Kusursuz dış görünüşü teveccüh uyandırıyordu. Çekme, parlak, düşünceli, utangaç gözleri, uzun, ince siyah kaşların altına sığınmıştı. Kenarları kibirle kıvrılmış sivri ve nazik burnu asalete, büyücek fakat güzel bir şekilde bulunan ağzı yiğitliğe delildi. Teni beyaz, saçı siyah, omuzları geniş, beli ince, uzuvları mütenasipti. Giyinmesi de sade ve zevkliydi.
Bu delikanlı kimdir?
Korku ve sevincinin sebepleri nedir?
Sevinci, eğer uzun bir ayrılığın doğurduğu dayanılmaz bir hasrete nihayet verecek bir kavuşma heyecanından ileri geliyorsa, ya o korku ve telaşı nedendir?
Yoksa kavuşacağı sevgililerin içinde hayatı tehlikede olduğu haber verilen bir baba, anne, kardeş mi yahut bir gönül arkadaşı mı var?
Boğaz’ın ağzına girilince vapurda gürültü çoğaldı. Kimi:
“Şu ‘Rumeli Feneri’dir.’ ”
“İşte ‘Kavaklar.’ “
Şu da “Telli Tabya.” diyerek, ilk defa gelmekte bulunanlara ortalarında bilgiçlik taslıyordu. Yolcuların birçoğu da ortalığı sevinç ve hayret sedalarına boğarak çapari ile uskumru balığı avlayan yüzlerce kayığı göz hapsine almıştı. Balıklarla donanmış çapari, yukarı çıkarak sabah güneşinden gümüş gibi parladıkça “Bravo!” sedasıyla alkışlamaktan kendilerini alamıyorlardı.
Bizim delikanlı bunlardan sanki habersizdi. Yine o hâlde sessiz, sedasız olarak bir mıknatıs kuvveti gibi kendisini çekmekte bulunan “ileri”ye bütün duygularını vermişti.
Kulağının bir ses işittiği yoktu. Devamlı ileriye bakmakta olan gözlerinin hedefini tayin etmek dahi güçtü. Belki gözlerinden ziyade gönlüyle görüyordu.
Vapur, Kavak önünde, her zamanki karantina muamelesi için bir hayli müddet bekledi. Bu sırada etraftaki tabyalar, Sarıyer, Büyükdere hakkında birçok şey söylendi. Bunlardan hiçbiri yine, Mansur Bey’in kulağına ilişmedi. Yalnız bir defa, Büyükdere Piyasası ile Sefarethane yazlıkları zikredildiği sıradaydı ki, Mansur’un hâlinde bir değişme olmuştu. Lakin bu değişikliğin sebebi anlaşılamadı. Belki duygu ve düşünce zinciri o sırada koparak kendisini uyandırmıştı. Değişmenin hemen anında birçok kalp duygusunu açığa vuran garip bir bakışla Büyükdere Piyasası’na doğru bir müddet baktı.
Bu hâl bir defa daha etraftakiler arasında Hünkâr İskelesi ve Balta Limanı sözleri geçtiği sırada görüldü. Fakat hiçbiri uzun sürmedi ve bir dakika kadar olsun delikanlı, bilinmeyen düşünceleriyle olan alakasını keserek tavır ve hareketini bozmadı.
Boğaziçi’nin, tabiat güzelliklerinden en az zevk duyanları bile hayran eden o güzel yalıları, dağları, ilkbahar zümrüdüyle bezenmiş, türlü türlü göz alıcı renkleri ve bilhassa erguvan çiçekleriyle minelenmiş bulunan cennet gibi bayırları vapur yolcularını çıldırasıya heyecanlandırıyordu. Mansur Bey ise sanki bunlara baka baka bıkmış gibi kayıtsız kalıyordu. Bakışlarını ve düşüncelerini birtakım meçhul emeller üzerinde toplayarak, heykel gibi, davlumbaz kenarına dikilmiş, duruyordu.
Hâlbuki bu garip delikanlı ilk defa hilafet merkezine gelmekte, yani şu eşsiz manzaraları yeni görmekteydi!
“Görmekte” mi?
Yanlış söyledik. Mansur Bey, bir şey görmüyordu. Gözleri açıktı. Fakat beyni, içinden gelen duygular ve üzüntülerle dopdoluydu. Gözün gördüklerine ayna olması gereken beyninden bir zerre bile kalmamıştı.
Mansur Bey, ilk defa İstanbul’a geliyordu.
Ah, İstanbul’a gelmek! Osmanlı saltanatının merkezi, İslam hilafetinin makamı bulunan İstanbul’a kavuşmak.
Doğuştan fedakârlık duygusuyla bezenmiş, kafası ilmî düşüncelerle aydınlanmış, millî fazilet ve emelleri kavrama gücüne sahip olmuş, muhterem ümmetin mazisini, hâlini, istikbalini düşünerek zihnini yormuş, yerini yurdunu bırakmış, gayretli, imanlı bir Müslüman için bunun ne demek olduğunu tahmin etmek acaba o kadar kolay bir şey midir? Kuvvetle zannederiz ki pek güçtür. Çünkü o hâl, beşer ahlak ve faziletlerinin hemen