İngiliz edebiyatında, aşağı sınıf halkı, bu denli etraflı ve çıplak olarak anlatan bir romancı ilk defa görülüyordu. Hem öyle uzaktan ya da kuş bakışı yukarıdan inceleyen bir göz değildi bu gencin gözü: Anlattığı sınıf halkın seviyesine iniyor, onlardan biriymiş gibi davranıyordu. Nitekim bütün anlattığı şeyleri çevresinde küçükken görmüş, bu yüzden çekmiş olduğu acı ve yoksulluğu ömrünün sonuna kadar unutamamıştır.
Endüstriciler, iktisatçılar ve utilitarian devrimciler tarafından konan, “Poor Law”a (Yoksullar Kanunu) karşıydı; bu kanun koyucular, yoksulluğu, işsizliği halkın tembellikten ve boş gezmekten zevk aldığını ileri sürerek açlıktan ölmek üzere olanlardan başka kimse başvurmasın diye, yoksullar evlerini ve başka yardım kuruluşlarını son derece kötü, arzu edilmeyecek bir duruma sokmuşlardı.
Ceza kanunuyla ceza tatbik usulü arasındaki ayrılıklara; adaletin yavaş işlemesine; çocukların ihmaline; özel okul öğretmenlerinin o zalimliğine ve kaygısızlığına; şehrin yoksul semtlerindeki sağlığa aykırı şartlara; İşçiler Birliğine ve patronların bencilliklerine; “laisser faire” iktisadi doktrinine ve benimsenmiş olan sosyal kaygısızlık ilkesine; bütün bunlara karşıydı. Dickens utilitarian bir çağın kuru havasında yavaş yavaş eriyip giden ulusal duygululuğu kamçılamış, hayatın amaçlarının orantılı değerleri arasındaki dengeyi ve düzeni yeniden kurmaya çalışmıştır. Bu psikolojik davranış, iktisatçıların bireysel teorisini tutan kafalara karşı amansız savaşında üst noktasına erişmiştir.
Dickens elinden geldiği kadar gerçekten uzaklaşmaz: Bütün idealist çıkışlarına rağmen, ruhundaki romantikliğe rağmen, düzenini gerçek üstüne kurmaya çalışır.
Çabuk yazardı Dickens, bu yüzden sanat üstünde uzun uzun duramamıştır; üslubunda yeknesaklık vardır, tekrarlar boldur. İngiliz romancıları arasında Dickens ne en sanatkârı ne en psikoloğu ne en realisti ne en sürükleyicisidir ama bütün bunlara rağmen yine de en ulusalı, en özelliği ve kişiliği olanı, en büyüğüdür.
Dickens’ı Dickens yapan “humour”udur. Komiği ciddi, ciddiyi komik göstermektir humour. Bu kelimenin Türkçede karşılığı olmadığı gibi, Avrupa dillerinde de yoktur. Gülümsetmektir amacı, güldürmek değil; ama öyle, gelip geçen hafif bir gülümseme değildir bu, benliğimizi kaplayan, derinlerimizden gelen, gelip de uzun bir süre dudaklarımızda takılı kalan, bir yanımızı okşarken, bir yanımızı iğneleyen, anlam dolu bir gülümseme. Humour yazarlarının en büyükleri İngiltere’dedir -aslında salt bir İngiliz davranışıdır bu- bu yazarların en büyüğüyse Dickens’tır. Günlük hayatımızdaki en küçük bir Don Kişot’ça davranışımız ve yaşantımız gözünden kaçmaz Dickens’ın; küçük gibi görünen, ama aslında büyük bir zincirin halkalarından olan bu davranışlar öyle ağdalı ve abartılmış bir dille verilmiştir ki aynı havayı Türkçede verebilmek için Arapça kelime kullanmaktan kaçınılamamıştır.
BÖLÜM 1
OLİVER TWIST’İN DOĞDUĞU YER, DOĞUMUNUN HANGİ ŞARTLAR ALTINDA OLDUĞU
Türlü sebepler yüzünden açıklamadan çekindiğim, gelişigüzel bir ad da takmak istemediğim bir şehirdeki, küçük büyük her şehirde öteden beri görülen amme müesseselerinin birinde, yani bir yoksullarevinde, tekrarlamak zahmetine katlanmayı gereksiz bulduğum -tekrarlasam da hikâyenin henüz başındayken okuru ilgilendirmez ya- bir yılın, bir gününde, adı bu bölümün başına takılı, ölümlü nesne dünyaya geldi.
Mahalle doktoru tarafından, bu acı ve dert dünyasına buyur edildikten sonra, çocuğun bir ad taşıyacak kadar yaşayıp yaşamayacağı şüphe konusu oldu; yaşamamış olsaydı ihtimal bu hatırat da vücut bulmazdı; bulsaydı bile, bir iki sayfa içine sığacağından, herhangi bir çağ ya da memleketin edebiyatındaki en derli toplu ve aslına sadık biyografi örneği olmak gibi eşsiz bir mazhariyete sahip olmuş olurdu. Bir yoksullarevinde doğmanın, insanın başına gelebilecek en talihli ve en gıpta edilecek şey olduğunu iddiaya kalkışacak değilim; demek istediğim, Oliver Twist’in başına bundan daha iyisi gelemezdi. Soluma işini kendi üstüne alması için, Oliver’ı ikna etmek epey güç oldu; kolay iş değil soluma işi, ama rahat yaşayabilmemiz için alışkanlığın gerekli kıldığı bir iş; böylece, bir süre, küçük, kıtık bir şilte üstünde, dengesi bu dünyayla öteki dünya arasında oldukça bozuk bir şekilde, solumaksızın yattı; terazinin kefesinin öteki dünyaya doğru eğik durduğundan şüphe yok tabii. Ha, bakın, bu kısa devre içinde, çevresini titiz büyükanneler, telaşlı teyzeler, tecrübeli hemşireler ve ilm-ü irfan sahibi hekimler sarmış olsaydı, Oliver’ın ölüverip gitmesi, işten bile değildi; bir şey var ki, biraz fazla kaçırmış, başı dumanlı, yaşlı bir yoksul kadın ve bu gibi işleri vazifeten yapan mahalle doktorundan başka kimse olmadığı için yanında, Oliver ile tabiat karşılıklı savaştılar. Böylece birkaç çaba gösterisinden sonra, Oliver soludu, hapşırdı ve yoksullarevinin sakinlerine üç dakika on beş saniyeden daha uzun bir süre, şu pek faydalı bir zeyil olan sesten yoksun bir oğlandan beklenecek bir çığırmayla mütevelli cemiyetinin bütçesine yeni bir yükün zorla kabul ettirildiğini ilan etmeye başladı.
Oliver, akciğerlerini serbestçe işletip, kendilerine has vazifelerini ifa ettirdikten sonra, demir karyola üstüne gelişigüzel atılmış, yamalı yorgan hışırdadı; yastıktan, genç bir kadının soluk yüzü hafifçe kalktı ve kısık bir ses, yarım yamalak şu sözleri söyledi:
“Çocuğu göreyim de öleyim.”
Doktor, yüzü ateşe dönük oturmuştu. Ellerini bir ısıtıyor, bir ovuşturuyordu. Genç kadın konuşunca kalktı, yatağın baş ucuna giderek, kendinden beklenmeyecek bir nezaketle “Daha durun bakalım, ölmek de ne söz!” dedi.
İçindekini, aşikâr bir zevkle yudum yudum içtiği, yeşil cam şişeyi cebine koyup “Allah’a emanet.” diye söze karıştı hasta bakıcı. “Allah’a emanet! Sen benim kadar yaşa bir kere, on üç çocuğun olsun, hepsi ölsün de ikisi kalsın, onlar da seninle çalışsın da gör sen. Allah korusun, görürsün o zaman annelik neymiş. Haydi yavrum. Haydi bakalım.”
Bir anneyi bekleyen şeylerin bu avutucu manzarası, umulan etkiyi gösteremedi pek, hasta, başını salladı, elini çocuğa doğru uzattı.
Doktor, çocuğu kadının kollarına bıraktı. Kadın, kansız dudaklarını ihtirasla alnına yapıştırdı çocuğun, elleriyle yüzünü okşadı; vahşi vahşi bakındı, titredi, gerisin geri düşüp öldü. Göğsünü, ellerini, şakaklarını ovuşturdular ama kan, ebediyen durmuştu. Ümitten söz açtılar, teselliden. Uzun sürmüştü birbirlerine karşı yabancı durmaları.
“Her şey bitti, Mrs. Thingummy.” dedi doktor sonunda.
“Ya, zavallı!” dedi hasta bakıcı, çocuğu kaldırmak için eğildiğinde yastığa düşmüş olan yeşil şişenin tıpasını aldı. “Zavallıcık!”
“Çocuk ağlarsa beni çağırmanız gerekmez.” dedi doktor, büyük bir itinayla eldivenlerini giyerek. “Huysuzluk etmesi pek muhtemel, ağlarsa pirinç suyu dayayın.” dedi. Şapkasını giydi, kapıya doğru giderken, karyolanın yanında durup, “İyi bir kızcağızdı.” dedi. “Nereden gelmiş buraya kuzum?”
“Dün gece getirdiler buraya.” dedi yaşlı kadın. “Yoksullar müfettişi öyle buyurmuş. Sokakta yatar bulmuşlar. Epey yol yürümüş olmalı, ayakkabıları paramparçaydı, nereden geliyordu, nereye gidiyordu, Allah bilir.”
Doktor, cesedin üstüne eğilerek sol kolu kaldırdı. “Hep aynı terane.” dedi, başını iki yana sallayarak. “Nişan yüzüğü yok, belli. Neyse, iyi geceler.”
Tıbbi beyefendi yürüyüp gitti akşam yemeğine. Hasta bakıcıysa yeşil şişeye bir kez daha başvurduktan sonra, ocağın önündeki alçak bir iskemleye oturup bebeği giydirmeye başladı.
Giyim kudretinin ne nefis örneğiydi şu küçük Oliver Twist! Şimdiye dek, biricik örtüsü battaniyeye sarılmışken, bir asil çocuğu da diyebilirdiniz ona, bir dilenci çocuğu da; en kibirli yabancının bile, çocuğa toplumda bir yer tayin etmesi güç olurdu. Ama aynı hizmette sararmış olan, eski püskü bez mintanlara sarılınca, markasını ve etiketini alıp, toplumdaki