“Ne onurun ne demek olduğunu biliyorlar…” diye yazmıştı, “ne de kıskançlığın… Dışarıda karılarıyla yürürken başka bir erkekle karşılaşırlarsa bu adamın karısının elini tutup onu yanına alarak konuşmasına izin veriyorlar, bu arada kocası da konuşmaları bitene kadar uzakta bekliyor! Kadın konuşmayı fazlaca uzatırsa, kocası oradan ayrılıyor ve kadını arkadaşıyla yalnız bırakıyor!”
Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki bu ortak hoşgörü ve iyi niyetin oluşturduğu barışçıl tablo pek uzun sürecek gibi değildi. Fanatizmin bir tek kıvılcımı bu ekini tutuşturacaktı. Kıvılcım her iki taraftan da geldi.
İlk Haçlıların daha hoşgörülü ve uyumlu, hem de dikkatsiz ve hovarda olmalarına oranla, sonradan gelenler güç gösterisi yapmak için daha çok neden buldular. Siyasi bir macera ve askerî bir ilhakın arkasından göstermelik bir hac dönemi ve ona eşlik eden öylece üstü örtülmeye çalışılmış haydutluk… İlk gelen haçlılar Filistin’i dinî bütün ziyaretçiler için güvenli bir bölge hâline getirir getirmez tapınaklar, kısıtlı görgüleri önceki Hristiyan yerleşimcilerin kabul ettiği dünyevi hoşgörüyü anlamaya yetmeyen hacılar tarafından kuşatıldı. Mutaassıpların fanatizmi de buna eklenince ortaya Hristiyan hacılardan oluşan maceracıların, sofuluk kisvesi altında talan arzusunu saklayan kimselerin neden olduğu kanunsuzluk baş gösterdi. Bu iki sınıf, Müslüman kesimi çileden çıkarıp haçlı liderlerini sebepsiz yağmalar yapmaya kışkırttı. Bir Müslüman tarihçi on ikinci yüzyılın ilk çeyreğinde seyreden bu durumu şöyle anlatıyor:
“Frenkler ülkeyi günden güne yağmaladılar; Müslümanlara anlatılmaz zararlar vererek yıkım ve keder getirdiler… Baskınları Diyarbakır’a kadar uzandı; ne Ortodoks dediler ne dinsiz; Mezopotamya’da insanların ellerindeki gümüşlerini, değerli neleri varsa aldılar. Harran ve Rakka’da insanları hakaret ve hicapla baskı altına aldılar, onlara her gün ölüm kadehinden içirdiler… Rahba’dan ve çölden geçen yol hariç Şam’a giden tüm yollar kesildi; tüccarlar ve gezginler tehlikeli ve yorucu uzun çöl yolculuklarının çilesini çekmeye, hayati tehlikelerle burun buruna göçebe bedevilerin arazilerinden geçmeye zorlandılar. Frenkler komşu kasabalarına da şantaj yaptılar ve hatta Hristiyan kölelerin serbest bırakılması için Şam’a casuslar gönderecek kadar ileri gittiler. Halep’te yaşayanlardan gelirlerinin yarısını hatta Bahçekapı’daki değirmenin hasılatını zorla haraç olarak istediler.”34
Diğer taraftan Sarazenler, en azından Müslüman Türkler, her ne kadar o an için dağılmış ve düşmana karşı kesin bir karşı duruş sergileyememiş de olsalar, doğaları gereği asker yetiştirici ve soylarına has bir nitelik olarak fanatikleri telkin edici özellikleriyle ön plana çıkıyorlardı. Selçuklular’ın askerî sistemi savaşçı bir ulus yetiştirmişti ve İslam’ı yakın zamanda kabul etmiş olmaları, bilgi eksiklikleri ve bunun sonucu olarak fanatik “molla”ların etkilerini reddediyor olmaları dönüşme gayretleri içerisine girmelerini sağladı. Merkezi otoritenin çöküşü üzerine egemenlik hakkı iddia eden, her biri İslam’ın hararetli savunucusu olan tüm küçük hükümdarlıklar şimdi birer savaşçı üretim çiftliğine dönmüştü. Ganimet ve cennet bir araya geldiğinde Hristiyan rakipleri kadar onları da din adına bir savaş yapmaya istekli kılmıştı fakat hangi neden ağır basarsa bassın, bu dağınık kuvvetleri iman adına ölmeye hazır inanılmaz bir orduya dönüştürmek için gereken şeyin bu birleşim ve bir lider olduğu kesindi. Cihat -kutsal savaş- ilan etmek ve onlara cesaretine ve askerî dehasına herkesin şapka çıkaracağı bir kumandan göstermek kaçınılmaz bir gereklilikti, Türkmen başları ve vasallar haçlıların derhâl dikkate alması gereken “Kilise Savaşçıları”na dönüşecekti. Bu lider bulunmuştu: İmadeddin Zengi.
SELÇUKLULARI İZLEYEN HAÇLILAR
(St. Denys’te bir vitraydan alıntı, 12. yy)
3. BÖLÜM
MÜJDECİ 1127
Vaktiyle Melik Şah’ın hizmetlerinden ötürü değerli görevlerle ödüllendirilen kölelerinden olan sayısız Selçuklu memuru arasında Ak-Sunkur özel bir yer teşkil eder. Saray mabeyincisi olarak asil efendisinin güvenini tamamıyla kazanmış, resmî kabullerde ve devlet toplantılarında onun sağ yanında durma ayrıcalığına kavuşmuştu. Daha sonra, Halep beyliği yaptığı yıllardaki merhametli ve bilge idaresi ile adı sadakat ve dürüstlük anlamına gelen bir deyiş oldu; öyle ki canını, hizmetkârların etrafında koşturduğu, İmadeddin veya “imanın sancağı” soyadını alan on yaşındaki oğlu Zengi’yi arkasında bırakarak, eski efendisinin oğluna duyduğu bağlılık uğruna feda etti (1094). O zamanlarda Mezopotamya’yı yöneten en büyük şahsiyet, Musul’un ve daha birçok kentin beyi, Melik Şah’ın oğlu ve vasisinin baş vasalı Kurbuga idi. Kurbuga eski dostu Akdoğan’ı unutmamıştı ve oğlu Zengi ve memluklerini sarayına çağırdı.
“Delikanlıyı getirin.” diye yazmıştı. “O, yoldaşımın oğludur ve onu büyütmek bana düşer.” Böylece Musul’a gittiler, kendilerine ikta tahsis edildi ve yeni beylerinin her türlü mücadelesinde yanında oldular. Bir keresinde Diyarbakır yakınlarında nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir savaşta Kurbuga, Zengi’yi ordunun karşısında kucaklamış, onu kendi memluklerine emanet etmiş ve “Eski efendinizin oğluna iyi bakın, onun için savaşın!” demişti. Çocuğu çevreleyen memlukler öyle bir hiddetle çarpışmaya başladılar ki savaşı kazandılar. Bu, Zengi’nin bulunduğu ilk savaş meydanıydı ve o tarihte on beş yaşındaydı.
Bundan itibaren yıllarca Musul Sarayı’nda birbiri ardına gelen hükümdarlar altında haç ve hilal arasındaki sınır bölgesini koruyan savaşçı hükümdarların değer verdiği bir bey olarak ayrıcalıklı bir hayat sürdü. Boyu uzamış, fark edilir bir fiziğe kavuşmuş; esmer bir ten ve delici bakışlara sahip olmuştu ve karakteri de duruşu kadar dikti. Otuz sekiz yaşına kadar savaşlarda ve Mezopotamya’nın siyasetinde ikincil roller üstlenmeye devam etti. Musul’un sınırlarını korumak üzere birbiri ardına gelen beş bey de onu oğlu gibi gördü, ona zengin iktalar bahşetti ve Frenklere karşı yürütülen keşif hareketlerinde önemli görevler verdi. Bu keşif görevlerinden birinde, Tiberiye Kuşatması sırasında, Zengi göze çarpan cesaretiyle ön plana çıktı. Adamlarıyla garnizonuna yapılan bir saldırıyı püskürtüp saldırganları şehrin girişine kadar takip etti ve burada önlerine mızrağıyla bir çizgi çekti.
Arkasına dönüp baktığında yalnız kalmış olduğunu gördü, birliği çarpışmanın yarısında geri dönmüş ve onu düşmanla baş başa bırakmıştı. Bir süre bu tehlikeli pozisyonda kaldı; adamlarının döneceği ve birlikte saldırıya geçecekleri umuduyla Frenkleri oyaladı ancak gelen giden olmadığı için isteksizce geri çekildi ve yara almadan kendi mevzisine geri döndü. Bu cevvalliği yankı uyandırdı ve bundan böyle eş-Şami (Suriyeli)35 adıyla tanınır oldu.
1122’de