Rüyamda en müntehap kabalıklarımla onu tahkir ettim. Bu, tıpkı, fotoğrafya kitabının satırları arasında bana görünen gençti. Siyah ve ince bıyıklı, siyah ve ateşin gözlere malik yakışıklı bir delikanlı, bir avcı idi, ki mütemadiyen kadınları avlıyordu. Rüyamın mütemevvil seraplarında bütün elele vermiş bîpayan kadınlardan müteşekkil bir iklil-i zihayat ile ihata olunmuş ve müstağni, ilerliyordu. İşte benim küçük talebem de ona manyetizma olmuş, o kadın demetinin içine girmiş, o halenin bir zerre-i nuru olmuştu. Ben, onun ismi için mitolojik bir istiare icat edeceğim diye günlerle, haftalarla eski kitapları, Taberî’leri, falanları… Bütün o eski Belkıs’ın menakıb-ı muhayyilesini saklayan tozlanmış, vahşi ciltleri süzüyorken rakibim müsterih ve asude, bir şiiriyle, bir mısrasıyla işte bana galebe etmişti mesela… Evet, belki yalnız bununla: “Benim kadınlığa ifrat-ı hürmetim vardır.”
Bir hafta geçmemişti ki her şeyi, talebemi, kıskançlığı, tanımadığım rakibimin beni müteezzi eden hatıratını unutmuştum. Beni muzdarip edebilecek bir şeyi zorla unutabilmek, ondan nisyan ile intikam alabilmek hassasına malikiyetle iftihar ederim. Onun için mazinin hiçbir elemi bende ciddi bir keder husule getirmemiştir. Yine gayesiz ve bir neticeye müntehi olmayan hayatıma, yalnız kilometrelerle yorgunluklar iktitaf ettiren tarz-ı hayatıma dönmüştüm. Parlak, mesrur, tannaz bir gün. Hususi bir jimnastik müsabakasından bitap ve pür-taab avdet ediyorduk. Arkadaşım, sanayi-i fikriye ve hayaliye ile asla meşgul olmamış, müthiş bir idmancı idi.
“Tramvaya binelim.” dedi, “Bugünkü yorgunluğumuz kâfi…”
“Pekâlâ.”
Tramvay pek tenha idi, ben Aksaray hattının, böyle geç vakit bu kadar tenha olduğunu hiç görmemiştim. Galiba hava güzel olduğu içindi. İki çocuk karşımızdaki pencerenin demir ve ince parmaklıklarına tutunmuş dışarı bakıyorlar ve ihtiyar bir uşak onlara nezaret ediyordu. Bir de köşede, kadınların mevkisini ayıran bölmeye yapışmış gibi büzülmüş, zayıf bir genç…
Biletleri aldık, ben mendilimle terli yüzümü sildim, arkadaşım da benim gibi yapıyordu. Beyaz ve keten bir mendili boynuna yerleştirmekle meşgul, bana eğildi, yavaşça:
“Bunu tanıyor musun?” dedi.
Karşımızdaki delikanlıyı gösteriyordu.
“Yok…” dedim.
“Sahir işte o.”
“Sahir mi?”
“Evet!”
O, bizden bihaber, bazen dışarıya bakıyor ve bazen kadınlar mevkisinin yollu ve kirli perdesini tarassut ediyordu. Bu, uzunca boylu, gayet nazik ve narin, bir kadın çehresine malik ve gayet nahif bir genç, âdeta bir çocuktu. Rüyamda tokatladığım o rakib-i meçhulüme, siyah ve ince bıyıklı, siyah ve ateşin gözlü Sahir’e asla, asla benzemiyordu. Tüysüz çehresi, mavi gözleri, çokça saçları onda gayri kabil-i tarif bir masumiyet gölgelendiriyordu. Bu zayıf vücudun karşısında bir ihtiram-ı merhamet-âlud hissediyor, ona karşı nefretimden, kıskançlığımdan nadim ve pişman oluyordum; evet, bütün kadınların ruhları onun olmalı idi.
Bacaklarını, incecik bacaklarını birbiri üstüne atmıştı. Eskrim egzersizleriyle kalınlaşan adalî bacaklarıma bakarak onunla aramızdaki farkı düşünüyordum. O, bir şair, hakiki bir şairdi… Bütün seven ve hisseden kadınların ruhları ona sermedî bir cefa-yı minnetdarî ile esir ve perestişkâr idi. Ve bu pek haklı idi. Bir an oldu ki onun mavi ve derin gözlerinin müphemiyet-i initafıyla benim gözlerim karşılaştılar. Onun ruhunun hakkına itisaf ve taaddi etmiş bir haydut gibi mahcup ve perişan, gözlerimi indirdim; bir hayal-i nisvî kadar nazik ve narin olan bu vücud-ı muhterem karşısında eziliyor, hayalimde açılan boşluğa; halterlerin, av takımlarının, köpeklerin, velospitlerin karışık ve sayılmaz gölgeleriyle kaynaşan ve derinleşen müphem ve bîpayan bir girdaba sukut ediyordum.
Arkadaşım hızla ayağa kalktı:
“Çabuk!” dedi, “Kalıpçının önünden geçiyoruz, feslerimiz…”
Ve kapıdan çıkarak caddeye atladı. Ben, ben de onu takip ettim…
SEBAT
21 Ağustos, Selanik
Dün burada birisine, mektep arkadaşıma tesadüf ettim ki beş senedir kendisini görmemiştim. Bu anlaşılmaz, tahlil olunamaz bir simadır; o kadar müphem, müphem olduğu kadar manidar, mütebessim, şen… Beni görür görmez:
“Vay sen misin?” diye haykırdı, elini sıkmaya, ne yaptığını sormaya vakit bırakmadan bir lakırtı tufanı, bir artezyen feveranıyla devam etti:
“Oh bilsen, ne kadar memnun oldum seni görmekten? Hiç değişmemişsin… Ben nasılım? Şüphesiz iyi değil mi… Evet buraya pek vefakârane devam ediyorum, burada çok oturacak mısın? Ha… Aman şimdi resimhaneme gidiyorum, kuzum beraber gel, bak… Reddetmeyeceksin çünkü istirham ediyorum.”
Tarz-ı telaffuzundaki sürat-ı sâri ile cevap verdim. Reddetmiyorum. Kabul ediyorum fakat… Eski teklifsizliğimizin birden uyanan samimiyet-i cezbedarı içinde, handan ve memnun; şayet müsaade ederse kendisine hitap edebilmeyi, hayatına dair bazı şeyler sorabilmeyi arzu ettiğimi alay ederek söyledim ve ansızın avdetle beş sene evvelki refakatin en sevimli hatırasını tekrar ettim:
“Bu da şüphesiz lütfunuza, merhametinize muhtaçtır, sevgili haydudum, müsaade ediyor musunuz?”
Gülerek dört “peki”yi birbiri arkasına sıraladı:
“Peki, peki, peki, peki!”
Mektepte lakırtı söyleme konusunda kimseye meydan vermediği için hepimiz ona: “Bir haydutsun ki…” derdik, “Her rast geldiğin şahs-ı mütekellimden hakk-ı nutku bilâ-merhamet gaspedersin!” Galiba bu hatıranın yâdında uyandırdığı nisyanların tesiriyle birkaç saniye daldı, ben fırsattan istifade etmeye başladım:
“Ee çoktan burada mısın?”
“Üç seneden beri!..”
“Ne yapıyorsun?”
“Ressamım, işte gidiyoruz, göreceksin; resimhaneme bak, ne güzel… Üç senedir bıkmadım…”
Artık ben hiçbir şeyi soramıyordum, o anlatıyordu; mektepten çıktıktan sonra Beyrut’a gitmiş, ondan sonra buraya gelmiş, bazı hususi mekteplere resim dersi verdiği gibi hususi dersler de veriyormuş fakat İstanbul’daki ailesi haftada üç mektup gönderiyormuş; “Mutlaka gel!” diye… Onu evlendireceklermiş, o da buna katiyen razı olamazmış…
Onu dinlerken etrafıma dikkat edemiyordum, tanımadığım yerlerden geçiyorduk. O, koluma girmişti. Resimhanesine gelmişiz.
“İşte burası.” dedi. Dar ve kaldırımları muntazam, temiz bir sokak… Karşıdaki evin alt katındaki büyük odada üç genç Rum kızıyla on yaşında tahmin olunabilir